Tuesday, May 17, 2005

Biz, tuhaf bir aralığın çocuklarıyız...

İlan etmeli ki biz de bir kuşağız. 70'lerde doğanlar olarak biz de bir kuşağız aslında. 80'lerde doğmayı beklemeyenler, 60'lara yetişemeyenler. Olup bitmişleri kendi gözleriyle görebilecek kadar erken, olup bitmişleri unutacak kadar geç gelmeyi becerememişler olarak biz! Biz, tuhaf bir aralığın çocuklarıyız...

Analarımız babalarımız başka duyarlılıkların insanlarıydı; öğretmeyi hiç kastetmedilerse bile o "duyarlılıkların" izi kaldı bizde. Sonra onların yetiştirdikleri çocuklar olarak o "duyarlılıklarla" ilgisi olmayan bir dünyaya çıktık. "İş dünyası" denen hikayenin bugünkü biçimini alışı biz büyürken gizlice bir yerde oldu sanki. Biz büyüdüğümüzde artık borsa bilgilerini, çapraz kurları, gölgeli saçları ve botokslu gülüşmeleri, iş yeri "pozitiflikleri" ile çevrili bir dünya kurulmuştu çoktan. Tuhaf olan şu ki, biz büyürkenkinden farklı bir dünya vardı büyüdüğümüzde. O dünyanın daha da vahşileştiği ekonomik kriz geldiğinde ise, güç bela bu yeni dünyaya uyum sağlamış olanlar bir kez daha sarsıldı. İş yerlerinde botokslu gülüşmeler savuran pozitif yöneticilerinin nasıl bir günde işten atacağı arkadaşlarının listesini hazırlayan adamlara dönüştüğünü görüverdiler. Artık ne eski "duyarlılıkları" koyacak bir yerimiz, ne yeni "pozitif dinamikliklerimizi" paraya dönüştürecek bir işimiz vardı. Yeniden iş bulmak için "pozitif" olmak gerekiyordu, yeniden bütün bu dünyaya inanıyor gibi yapmak... Belki de budur en çok bu yazıyı yazdıran. 80'lerde doğan çocukların bütün bunlardan içten bir rahatsızlık duymak gibi bir derdi olamazdı çünkü onlar büyürken ekseriyetle bu rahatsızlığı yaratacak "duyarlılıkların" artık öğretilmemesi gerektiğine ilişkin genel bir kanaat vardı; artık herkes "alışmıştı"! Koyunlar kendi bacaklarına asılıp duracaktı.

Biz tuhaf bir aralığın çocuklarıyız yani... Koyun olmayı istemeyen ama yine de kendi bacağından asılmayı bir biçimde öğrenen. Tiksinen ama sürdüren... Otuz gelince Biz işte şimdi otuzlarımıza geldik. Bugünlerde öyle çok insan var ki her şeyi bırakıp gitmeyi düşünen... Hatta giden. Yorulmamızın nedeni ne işti ne de o duyarlılıklar. Tamamen başka bir şey. Üniversiteyi bitirince şöyle bir hesapsız yolculuğa çıkmamıştık, çok telaşlıydık, iş bulmalıydık. İş bulduk, bu sefer orada "durmanın" yollarına bakmalıydık. Boynumuzdaki kravatlar ağırlaşmaya, aniden giyilmiş tayyörler içinde büzüşmeye başladığımızda yaşadığımız o saçmalık duygusunu bu sistem içinde kalarak nasıl anlamlandıracağımızı da bir türlü bilemedik. Akşam gidip rakı mı içmeliydi, yoksa bu hazin halden kurtulmak için bir terapist mi görmeliydi? Bir gün gitme hayalini kenarda tutup, ona güvenmeli miydi? İş yerine gelen yeni ve hırslı çocuklara bu erken yorgunluğun sebebini nasıl anlatmalıydı? Belki de onlara takılıp akşam bir bara gitmeliydi. Ne eskide ne de yenide yerimiz olmadı bizim. Biz tuhaf bir aralığın çocuklarıyız bu yüzden. Ve bu yüzden erken yorulduk belki. Hepimizin içinde bir gün gitmek fikri gizli... Otuz gelince işte, gidememişken, dönüp tek başımıza olmadığımızı görmek gerekli.



ece temelkuran/milliyet 08.08.2003

No comments: