Tuesday, May 31, 2005

Keşke bunu 25 yaşında yapsaydım...

Göcek sadece İstanbul’un değil, dünyanın ünlü simalarını saklıyor, küçük ve ıssız koylarında. Tesadüfen girdiğiniz bir köy yolundan son derece ilginç hikayelerle çıkmanız mümkün. Soluklanmak için uğradığınız cafe’nin sahibi, ABD’deki parlak bankacılık kariyerini bırakıp kendine yeni bir hayat kurmuş olabilir. Göcek’e bağlı Gökçeovacık köyüne gidiyoruz, kızılçam ormanları arasında uzanan son derece bozuk ve dar bir yoldan... “Bu işadamı sadece İstanbul’dan değil hayattan da elini çekmiş” diye düşünürken, bütün işlerini tasfiye edip bu dağ köyüne yerleşen işadamı Selim Karadağ’ın evine ulaşıyoruz. Derin bir vadiye bakan yamaçta inşa ettiği evinin bahçesine gerdiği hamakta kitabını okurken buluyoruz Karadağ’ı...

“Üniversite, 14 yıllık yurtdışı tecrübesi, ihaleler, iş takipleri, dönmeyen çekler, ödenmeyen maaşlar, şirket stratejileri, iş toplantıları, kokteyller... Yapmacık ve cafcaflı bir dünya ve herkes kendini kandırıyor” diyerek anlatmaya başlıyor: “Evim Bebek’teydi. İş yerim ise 4 km uzaklıktaki Levent’te. Sabah 6:30’da kalkıp bir saat yol gitmek zorundaydım. Deliler gibi çalışıyor, baharın geldiğini bile televizyondan görebiliyordum. ‘Böyle hayat mı olur?’ dedim kendime.”

30 kişinin çalıştığı şirketini tasfiye eder, Selim Karadağ. 2000 yılında İstanbul’a “dönmemek üzere” veda edip Göcek’e taşınır. Burasının giderek İstanbul’a benzeyeceği endişesiyle dağ köylerinde yerleşeceği bir yer arar. Gökçeovacık’ın yamacında bir evi satın alıp tekrar düzenler. Ulaşımı zor olan bu yeri seçmesini, “Muhteşem bir tabiat vardı. Uzaklık aklıma bile gelmedi” diye açıklıyor. Aradan geçen bir yılın sonunda yeni dostlar edinen Karadağ, kendisi gibi Göcek’ten kaçmayı düşünecekler için komşu iki evi satın alıp pansiyon haline getirir. “Böylece hem geçimimi sağladım hem de yeni dostlar edindim. İstanbul’daki yozlaşma yüzünden hem ticarete hem hayata küsmüştüm. Belki oradaki gelirimin onda birini kazanıyorum; ama bu hayatımdan çok memnunum” diyerek yeni yaşamını anlatan Karadağ, 41 yaşında, toprağı Göcek’te tanıdığını dile getiriyor. Ağustos böceklerinin sesleri, kızıl çamların kokusu eşliğinde günlerini geçiren Selim Karadağ “Keşke bunu 25 yaşında yapsaydım” diyor.

Thursday, May 26, 2005

10 Söz

Ey insanoğlu mutlu olmak istiyorsan, bu 10 sözün gereğini yerine getir!

Philip E. Humbert adlı bir psikiyatri profesörü, "İnsanlara mutlu yaşamın anahtarını 10 kuralda toplayacak olsam, hangi deyişleri seçerdim?" diyerek, kapsamlı bir çalışma sonrası bir liste hazırlamış. Humbert, hayatı işte bu 10 özdeyişin penceresinden keşfetmiş:

1. Kendini tanı (Sokrates) Kendi içinde yolculuk yap. Günlük tut. Kalbin, gönlün, vicdanın ne diyor? Neyi öne çıkarıyor? Dünyaya bilinçli bakmanın yolu başta bu iç yolculuktan geçiyor.

2. Olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol (Mevlana) Dürüst ol, adil ol, hakça düsün. İçinden gelen sesin öne çıkardığı değerleri koru. Hayatta bir şeyleri korumak için ayakta kalmazsan, her şey seni düşürür.

3. En yukarıda aşk var (Aziz Paul) Sesi müziğe dönüştüren aşktır. Aşk olmazsa, sevgi ilişkileri yoksa, özen eksikse, hayatın kuru bir daldan farkı kalmaz.

4. Dünyayı hayal gücü döndürür (Albert Einstein) Yaptığımız her şey hayal kurarak başlar. Hayat herkes için; hayalleri gerçekleştirmek ve yapabileceğinin en iyisi, olabileceğinin en güzeli peşinde gitmektir. Bobby Kennedy'nin sözü gibi: Diğerleri dünyaya bakıyor ve "Neden?" diye soruyor. Ben bambaşka bir dünya düşünüyor ve "Neden olmasın?" diye soruyorum .

5. Fazla güzellik göz çıkarmaz (Mae West) Güzel hayat doya doya yaşanır. Mutluluk paylaşılır, hayatı sevme hissi coşkuyla beraber gelir. Ruhun müziğinde "Haydi bastır, göster kendini" temposu vardır. Kibir değil, coşku!


6. Fırsatlar yakalandıkça çoğalır (Sun Tzu) Başarı cesaret ister, başlangıçtaki cesaret sonradan inanca dönüşür. İnanç insanlığa daha iyi hizmet arzusuna dönüştüğünde, fırsatlar yelpazesi yukarı bir seviyede tekrar açılır.

7. Ya yap ya yapma. Denemek yok! (Yoda -Yıldız Savaşları) Hayat seri hareket, karar ve kararlılık gerektirir. Tereddütte kalanlar geride kalır. Hayatın üstüne gitmezseniz, hayat sizin üstünüze gelir.
8. Mükemmellik, ekleyecek bir şey kalmadığında değil, alınacak bir şey kalmadığında oluşur (Antoine de St. Exupery) Hayatınızı basitleştirin. Basite indirge, indirge, bir kere daha indirge... O zaman ne kalıyor ona bak. İstekler listenizi kısa tutun. Kısa tutun ki, odaklanabilesiniz. Güneş ışığına büyüteç tutmak gibi konsantre olmazsanız, hayatı yakamazsınız.

9. Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, ama çalışılmadıkça kabiliyet hiçbir işe yaramaz (Emile Zola) Ancak akıllı, bilinçli ve odağı şaşmayan çabalar sonrası, olası potansiyelin yapabilecekleri gerçekleşir. Elması yontmadıkça elinizde sadece bir taş parçası vardır.

10. Hayatı yaşamanın iki yolu var. Biri hiçbir şey mucize değilmiş gibi yaşamak... Diğeri her şey mucizeymiş gibi yaşamak (Albert Einstein) Şükretmeyi unutmamak gerek! (Teşekkürler Nilgüncüğüm)


Wednesday, May 25, 2005

Insan amacı

"Insan amacını - ne pahasına olursa olsun kendini adayarak, azim ve özveriyle gerçekleştirmek istediği amacını- bir kez saptadı mı artık onun boyundurugu altina girmis demektir; hayatın kendisi bu amacın boyundurugu altindadir artık. Boylece, baska, bambaska şeyler yapabilme olasiligina da sirt cevirmis oluruz. Oysa, degisikilk tohumunu, bambaska birsey yapma potansiyelini icimizde her zaman tasiriz. Irmagi gecerken bile at degistirebilmeliyiz; duzen boyle yapilmaz diyor diye bundan cekinmemeliyiz.

Daime bu olasiliga acik tutmaliyiz kendimizi, bu olasiligin var oldugunu unutmamaliyiz"

Gunduz Vassaf
Cehenneme Ovgu
Gundelik Hayatta Totalitarizm

Monday, May 23, 2005

Kendi İşini Kurmak İsteyenlere ...

Kendi İşini Kurmak İsteyenlere ...
Zeynep Küpeli'nin yazısı
Hali hazırda, maaşlı, sabah akşam düzenli olarak gidip geldiğiniz bir işiniz var ama arada bir de kendi işinizi kurup "köşeyi dönme" düşüncesinden kendinizi alamıyorsunuz. En azından hayatınızda bir kere içinizden "Şunu ben satsaydım amma para kazanmıştım." demişsinizdir. Kendi kendinizin patronu olmak istiyor olabilirsiniz. Bazıları kendi kafesini, kendi restoranını, kendi internet sitesini, kendi pansiyonunu, kendi emlak bürosunu açmak, kendi danışmanlık şirketini kurmak, bir kuruluşa bağlı kalmadan eğitim vermek istiyor olabilir.

Bu şekilde fikirler üretip kendi işini kurmak isteyenlerin sayısı oldukça fazla olsa gerek. Bordro almadan, kendi kurallarınızı kendiniz belirleyerek kimseye hesap vermeden çalışmak kulağa çok hoş gelse de, muhasebe kayıtları, kar zarar tabloları, diğer firmalarla rekabet etmek gibi, ileride sizin için daha da sıkıcı hale gelmesi mümkün konularla başa çıkmaya hazır mısınız?

Size, sizin gibi düşünmüş olan girişimcilerden örnekler vererek yardımcı olmak amacıyla röportajlar yaptık ve gördük ki hedefine ulaşmanın birinci kuralı, yapmak istediği işe inanmak.

Hedeflerini gerçekleştirmiş girişimcilere "nasıl başarıya ulaştıklarını" sorduk ve şöyle cevaplar aldık:

· Sektördeki açıkları keşfet: Tüm girişimciler seçtikleri dallarda sektör açıklarını veya ihtiyaçlarını fark etmişler. Örneğin kendi işlerini kurmadan önce Interbank'ta MT (Yönetici Adayı) olarak işe başlayıp daha sonra da DONE Danışmanlık ve Mühendislik Hizmetleri şirketinin kurucuları Volkan ve Çağlayan Bodur kardeşler, finans sektöründe örnek olaya dayalı eğitim açığını farkedip bu konuya yoğunlaşmışlar. Türkiye Bankalar Birliği, Interbank ve Bilkent Üniversitesinde eğitimci olarak deneyim kazandıktan sonra kendi şirketlerini kurmuşlar. Tıpkı Çağlayan ve Volkan Bodur kardeşler gibi, Plus İçerik'in kurucusu Sercan Şengün de internet sektöründe içerik sağlayıcı şirketlerin var olması gerektiği fikri ile yola çıkarak yalnızca yeni bir şirket açmakla kalmamış, Türkiye'de internet şirketlerinin tanımlarına yeni bir boyut kazandırmış

· Ben özgürüm:1 yıl Arthur Andersen firmasında denetimci, 2 yıl da NCR firmasında satış sorumlusu olarak çalışan Ali Emre, seminer ve konferans hizmetleri veren PDR International'ı kurmuş. Ali Emre bağımsız olma isteğinin, yani kendi kendinin patronu olma ve kendi kurallarını koyabilme arzusunun peşinden gitmiş: "Bana göre, kişi girişimci olmaya karar vermez. Bir şeylere girişmekten kendisini alamaz. Kendinizi alamadığınız için girişimci olursunuz. Bir de gerek şart vardır: Bağımsız olmak, bordrolu çalışmamak isteği."

· Hayallerinizin peşinden gidin: Kişi kendi önceliklerini belirlediği anda çalıştığı iş kendi yapısına uymuyorsa doğal olarak arayış içine girmeye ve projeler üretmeye başlıyor. Bunu, 2 yıl süresince çalıştığı yedek parça firmasından ayrılıp Teknorot Taşıt Yedekleri Sanayii ve Atak Yedek Parça firmasını kuran Leon Kalma "Özel ilgi alanıma gireni işe dönüştürme isteği" diye adlandırıyor.

Bu yazıyı okuyorsunuz ve kendi kendinize "Evet, ben de istekliyim, kendi kendimin patronu olmak istiyorum, üstelik harika bir fikrim de var." diyorsunuz. Ama işe nerden başlayacağınızı bilmiyorsunuz. Size yardımcı olmak amacıyla bazı sorular hazırladık.Eğer sonradan "başaramadım" demek istemiyorsanız, kendinize aşağıdakileri sormadan kolları sıvamayın:

· Neden kendi işimi kurmak istiyorum?
· Piyasada ne kadar iyi bağlantılarım var?
· Rakipler kimler?
· Ne kadar sermayeye ihtiyacım var?
· Ben rakiplerimden farklı ne yapmalıyım?
· Yapacağım işi nasıl tarif edebilirim?
· Bu ürün / hizmeti kimler niçin talep eder?
· Ürün /hizmet için sunumdan fazla talep var mı?
· İşin gerektirdiği çaba ve kişisel katkılar benim özelliklerime uygun mu?
· Bireysel bir girişim mi, ortak bir girişim mi tercih etmeliyim?
· Mevcut bir işletmeyi devralmak mı yoksa yeni bir işletme kurmak mı daha avantajlı olur?
· İş kurmak için uygun bir zaman mı (Türkiye'mizin krizlerinden uzak durun!) ve uygun yer neresi olmalı?

Bu soruların hepsine geçerli bir cevap verdiyseniz, şimdi de aşağıdaki tavsiyeleri okuyun!

· Gelişen çağa ayak uydurmak gerektiğini unutmayın. Siz hala annenizin margarinini satmaya devam ederseniz bir süre sonra rakiplerinizle boy ölçüşemez hale gelirsiniz.
· Procter & Gamble'da çalıştıktan sonra ortağıyla birlikte Türkiye'nin önde gelen Pazar araştırma kuruluşu olan Procon Gfk'yı kuran Elçin Üner, durum analizi yapabilmenin ve elde edilen sonuçları gerektiğinde basite indirgeyebilmenin çok önemli olduğunu vurguluyor.
· Bir süre herhangi bir şirkete bağlı olmadan dışardan iş yapmayı deneyin. Talepleri değerlendirmeniz açısından yararlı olacaktır.
· İşinizle ilgili olsun olmasın telefon defterinizdeki isim sayısı en az 250 olsun. İşinizle ilgili olmayan isimler bile size iş getirme potansiyeline sahip kişilerdir.

Girişimci olmak isteyenlerde bulunması gereken başlıca karakter özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:

· Sonuç odaklı olmak. Sercan Şengün için sonuç odaklı olmak birinci kural: "Başarıyı biraz da gözü karalığımız ile yakaladık. Başaracağına inanmanın işi yapmanın yarısı olduğuna inanıyorum. Türkiye'de yapılmamış işlere "biz yapamazsak kimse yapamaz" düşüncesi ile girdik. Eğer yaptığınız iş size bir şeyler öğretmiyor ve her işi kendiniz için bir "itici güç" olarak görmüyorsanız zaten yaptığınız işten soğursunuz diye düşünüyorum. Bu yüzden en çok beni zorlayan ve kendimden bir parça vermemi bekleyen işlerde başarılı olduğuma inanıyorum."
· Liderlik. Elçin Üner'e göre: "Çalışanlarınız sizi örnek aldıkları için kendi şirketinizde doğal lider pozisyonunda oluyorsunuz. Vizyonunuzu çalışanlarınıza aşılayamazsanız şirket kültürü ve başarıyı yakalayamazsınız."
· Araştırmacı ruh. Elçin Üner, ancak araştırmacı insanların projelerini geliştirebileceklerini savunuyor.
· Hızlı ve etkili karar verebilme. Elçin Üner'e göre hem gelişen çağa ayak uydurmanın hem de ekonomik krizlerden zarar görmemenin başka bir şartı da hızlı ve etkili karar verebilmek.
· Yaratıcılık ve fırsatları sezebilme yeteneği görüştüğümüz tüm girişimcilerde oldukça bariz bir özellikti. Yeni ekonomide kendine bir yer edinmeyi başarmış Sercan Şengün bunun en çarpıcı örneği.
· Başkalarıyla çalışabilmek, onlara güvenebilmek ve ilişki içerisinde olduğu kişilere güven verebilmek.
· Eksiklerini ve sınırlarını bilmek, tavsiyelerden yararlanabilmek.
· Zor şartlarda ağır çalışmalara hazır olmak.
· Kendini geliştirme arzusu.

Türkiye'de Girişimcilik

Ülkemizde ekonomik şartların zorlaşmasından ve hem müşterinin hem de rakibin bilgiye çok çabuk ulaşabilmesi yüzünden müşteriye hizmet vermek zorlaştığı için maliyetler arttı. Bu koşullarda Leon Kalma ve Elçin Üner "Türkiye'de eskiye oranla girişimci olmak daha zor" diyorlar. Leon Kalma bu durumu şöyle açıklıyor:"1980'lerde bir girişimcinin az parayla ve az bilgiyle iş kurması günümüze oranla daha kolaydı. İçinde bulunduğumuz dönemde müşteri de, işi üreten de internet aracılığıyla her tür bilgiye ulaşabiliyor. Bu yüzden rekabet arttı, rekabet artınca az parayla işinizi göremiyorsunuz. Bu yüzden girişimcinin yatırımının büyük olması gerekiyor. Maddi kazanç açısından bakacak olursak, büyük bir firmada üst düzey yönetici olunduğunda da oldukça tatmin edici bir kazanç elde edilebildiğini görüyoruz. Yukarıda saydığım koşullarda girişimci olmayı bir kez daha düşünmek gerekebilir." Sercan Şengün'e göre de "her şeye rağmen yeni fikirlere açık bir ekonomi gelişiyor."

Türkiye'de girişimcilikle ilgili somut verilere ulaşabileceğiniz bir adres de"Girişimcilik Konseyi". İş planı oluşturmaktan iyi bir girişimcinin nasıl biri olması gerektiğine kadar birçok bilgiye ulaşabileceğiniz bu organizasyon Türkiye'de girişimciliği özendirmek amacıyla kurulmuş.

Tüm soruları cevaplandırabilmiş ve gereken tüm özelliklere sahip olabilirsiniz. Yine de aksiliklerin peşinizi bırakmayabileceğini hesaba katmalısınız. Yoksa hatalar karşısında hazırlıksız olur ve başarısızlığa sürüklenebilirsiniz. Leon Kalma kendi işini kurduğundan beri başarısızlık dalgalarının onu da vurmaya çalıştığını ama bunları "oyunu kurallarına göre oynayarak" nasıl geri püskürttüğünü şöyle anlattı: "Her sektörde olduğu gibi bizim sektörün de kuralları ve rolleri var. Başarısızlıklarım olmadı çünkü kurallara göre oynamayı bildim. Örneğin ekonomik kriz olunca kimisi işten eleman çıkartır, kimisi ihracattan ithalata geçer, kimisi yatırımlarının yönünü değiştirir. Ben de bu tür değişikliklerle fabrikamı ayakta tutmayı başardım."
Eğer siz de kendinizi "iş sahibi" olarak görmek istiyorsanız, hodri meydan!


Sehirliye anlatmasi zor!

Havalarin sürekli kapali gittigi günlerdeydik. Kis bitmiyor, bahar bir türlü kendini göstermiyordu. Karamsarlik ve iç sikintisi sanki havayla birlikte insanlarin yüregine de çöküyordu.O gün ögleden sonra günes sicak yüzünü gösterir gibi oldu. Hastane ortamindan kaçma istegiyle, islerimi toparlayip yakinimizdaki parka yöneldim. Bos banklardan birine oturup koltugumun altindaki gazetenin sayfalarini çevirmeye basladim.Yaslica bir bey, izin isteyerek, bankin diger ucuna oturdu.Cebinden çikardigi ekmegi ufalayarak saga sola atmaya basladi. Serçelerin, coskuyla sunulan ekmegi ufalama çabalari o kadar güzeldi ki, ürkütmemek için kafami gazeteme gömdüm.Göz ucuyla da bakiyorum.Bir süre sonra adamin kuslara bir seyler söyledigini, daha dogrusu konusmaya çabaladigini fark edince ilgisiz kalamadim. Miril miril bir seyler anlatiyordu.Cebimdeki bisküvilerden birini ufalayip ben de kuslarin ziyafetine katkida bulunmak istedim.Adam, ellerimi tutarak engel oldu.

- Onlar sekerli bisküvi degil mi?

- Evet.

- Sekerli bisküvi verme kuslara!

- Niçin? Onlara zarar mi verir?

- Anlatmasi uzun sürer simdi. Kuslara iyilik yapmak istiyorsan,sekerli bisküvi verme o kadar... Sasirmistim. Sert, hatta biraz kaba bir üslupla söylenen bu sözler merakimi uyandirmisti.

- Minicik kuslara zararliysa, bizler de mi yemesek bu bisküvileri acaba? diyecek oldum. Bastan asagiya dikkatlice süzdükten sonra beni, dedi ki:

- Sehirde dogmus büyümüs birine benziyorsun. Sen yiyebilirsin.Sana zarar vermez! Çattik dedim içimden. Adam biraz kaçik diye düsünmeye baslamistim ki:

- Beyim dedi. Ben köyde büyüdüm. Sehirden hep uzak durdum. Ne zaman ki,torunum dünyaya geldi, onun hatirina kislari sehre, torunumun yanina gelmeye basladim. Ama sehirden nefret ediyorum. Alisamadim. Biraz günes çiktiginda hemen kendimi parka atiyorum. Su ileride, salincakta sallanan kirmizili kiz da benim torunum...

- Allah bagislasin. Kaç yasinda?

- Dört. Seneye yuvaya gidecek insallah. O zaman, ben de onun basini beklemekten kurtulup, kaçacagim bu sehirden...

- Nedir sizi bu kadar rahatsiz eden? Neden kaçiyorsunuz? Burada her sey var!

- Tam da bu yüzden kaçmak istiyorum ya! Su kuslara bir bak hele. Ekmek kirintilariyla karinlarini doyururlar. Onlara sekerli bisküvi verirsen,daha da severek yerler. Ne var ki, bisküvinin tadini alan kuslar kuru ekmege bakmamaya baslar. Sonra da aç kalirlar. Dahasi, sekerli bisküvi istahlarini açar. Doysalar bile, yemege devam ederler. Çatlayincaya kadar yerler. Iste o yüzden engel oldum onlara bisküvi vermene...

- Ben tam olarak anlayamadim sizi!

- Insanlar da böyle. Sehirde her seyden bol bol var. Sehre ve modern hayata alisan bu kuslar gibi oluyor. Ne yese doymuyor! Sehir bozuyor insanlari. Ben de bu sehir insanlari gibi olmadan bir önce köye dönmek istiyorum... Hiç sesimi çikarmadim.

- Bilir misin, diye sürdürdü konusmasini. Çiçege ihtiyacindan fazla su verirsen, boguldugunu anlamadan yasar ama yavas yavas kökleri çürür, sehir insanlari da böyle... Derin bir iç çekti. Cebinde kalan son ekmek kirintilarini da serptikten sonra ayaga kalkti, kaygili gözlere salincakta sallanan torununa bakti ve...

- Sehirliye anlatmasi zor! dedi. Sonra da yürüdü gitti...

Friday, May 20, 2005

Gitmeli buralardan.Gitmeli!

Şimdi sen işyerinde falansındır. Yanağına elin dayalı sıkılmaktasındır.
Ya da gazeteyi almış tersyüz etmektesindir sıkıntıyla. Haklısın. Evet haklısın:

Gitmeli buralardan.Gitmeli! Denizin betonlar içine sıkıştırılmadığı yerlere gitmeli.
Gökyüzünün sokak aralıklarına bölünmediği, "Kesintisiz Gökyüzü Diyarlarına" gitmeli.
Küçük bir çantayla, her şeyi evde unutarak, kısa dönemli mülksüzleşerek, hafifleyerek denize inmeli...

Sabaha karşı bir gün arabaya atlayıp, hızla yola çıkmalı. Dağ yollarında
çeşmelerde durup suları dirseklerden akıtmalı, boynu ıslatmalı,
ıslak ıslak rüzgarda durmalı. İlk kır kahvesi, bir yolculuk sürprizi olarak,
civarın en güzel kahvaltısını hazırlayan yer olmalı.

Domates güneşi kızıl yansıtırken, salatalıklar insanın içini genişleten
kokusuyla kıtırdarken, ağaçtan yapraklar düşmeli tahta masaya.
Şehrin naylonlu ekmeklerinden değil, avuç içi gibi beyaz ve yumuşak ekmeklerden
getirmeli bir yaşlı, güleç kadın durmadan. Yumurtanın sarısı gün batımının
şeker rengi gibi aniden ortaya çıkıvermeli.
Cemal Süreya'nın dediği gibi:
"Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı..."

Sonra kekikli yollardan, dikenlerin üzerinde cırcır böceklerinin uyuklatan
seslerinden geçmeli. Tuhaf tabelalara, komik kamyon arkası yazılarına
gülünmeli. Gevşek gevşek yol alınmalı. Yol su gibi akmalı. Akmalı şehir
üstünden başından su gibi... Akıta akıta iyice temizlenince beyaz boyalı
bir pansiyona varmalı. Sabun kokmalı çarşaflar. Her şeyi öylece bırakıp,
plansız programsız denize "cup!" diye dalmalı.
Cup! Denizin altına bakmalı. Denizin dibinde güldün mü hiç ?
Balıklar yanağından geçince, yosunlar ayaklarını gıdıklayınca veya aklına
şimdi şehirde olmadığın, tam burada olduğun gelince... Hadi gülümse!
Sanki denizin dibinde yaşıyormuşsun gibi oluyor, nedense... Bir de söyle
tam dipteyken yüzünü suyun yüzüne döndürmeli. Denizin dibinden güneşe baktın mı hiç ?
İnsan gümüşbalığı gibi oluyor, nedense..

Pansiyon sahibi aksama ahtapot salatasıyla, zeytinyağlı iç bakla yapmalı.
Sarmısaklı yoğurdun üzerine, neşe olsun diye iki damla zeytinyağı dökmeli.
Nereden bulmuşsa sakız rakısı almış olmalı. Çam kokmalı için; orman gibi bir şey olmalısın...

Eski bir radyo açık olmalı. Müzeyyen Senar "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına" şarkısını söylemeli.
Bütün sevdiğin şarkılar art arda gelmeli.

Ayıkken asla anlatamayacağın o büyük coşkulu hüzün basmalı göğsüne.
İki satır bir yere not almak gelmeli içinden. Sanki peçeteye bir şeyler karalarsan bugünü
hep elinde tutabilecekmişsin gibi...
Öyle tuhaf bir şey yani.

Yatağa tüy gibi düşmelisin sonra. Uyuduğunu bilmemelisin.



Hayat ıskalamayı affetmez !!!

Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?Hiç vaktiniz yok"Fast live", "fast food", "fast music", "fast love"..Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsiDostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar size sesleniyorumHangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten, ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini ?Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?...içinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?...Ya da Geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zamanDoğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında ?...Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda ?..Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?Hayat ıskalamayı affetmez !!!Keşkelerle, tühlerle baş başa kalmadan önce.(ne acı ve ne çelişkidir ki böyle bir yorumu yine bilgisayardan iletiyorum...)

Wednesday, May 18, 2005

Bilge ne demiş?

Zamanının ünlü bilgesine sormuşlar; "Seni en çok şaşırtan davranışlar nelerdir?"
Bilge kişi tek tek sıralamış;

"Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler....Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler...Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar...Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler..."

Bilgeye bir soru daha sormuşlar; "Peki sen ne öneriyorsun?"
Bilge gene sıralamış:

"Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın. Yapılması gereken tek şey kendinizi sevilmeye bırakmaktır... Önemli olan hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır... Size seven kişi vardır ama onlar duygularını nasıl ifade edeceklerini bilmeyebilirler... Bazen başkaları tarafından affedilmek yetmez, siz de kendinizi affedebilmelisiniz...

Tuesday, May 17, 2005

Biz, tuhaf bir aralığın çocuklarıyız...

İlan etmeli ki biz de bir kuşağız. 70'lerde doğanlar olarak biz de bir kuşağız aslında. 80'lerde doğmayı beklemeyenler, 60'lara yetişemeyenler. Olup bitmişleri kendi gözleriyle görebilecek kadar erken, olup bitmişleri unutacak kadar geç gelmeyi becerememişler olarak biz! Biz, tuhaf bir aralığın çocuklarıyız...

Analarımız babalarımız başka duyarlılıkların insanlarıydı; öğretmeyi hiç kastetmedilerse bile o "duyarlılıkların" izi kaldı bizde. Sonra onların yetiştirdikleri çocuklar olarak o "duyarlılıklarla" ilgisi olmayan bir dünyaya çıktık. "İş dünyası" denen hikayenin bugünkü biçimini alışı biz büyürken gizlice bir yerde oldu sanki. Biz büyüdüğümüzde artık borsa bilgilerini, çapraz kurları, gölgeli saçları ve botokslu gülüşmeleri, iş yeri "pozitiflikleri" ile çevrili bir dünya kurulmuştu çoktan. Tuhaf olan şu ki, biz büyürkenkinden farklı bir dünya vardı büyüdüğümüzde. O dünyanın daha da vahşileştiği ekonomik kriz geldiğinde ise, güç bela bu yeni dünyaya uyum sağlamış olanlar bir kez daha sarsıldı. İş yerlerinde botokslu gülüşmeler savuran pozitif yöneticilerinin nasıl bir günde işten atacağı arkadaşlarının listesini hazırlayan adamlara dönüştüğünü görüverdiler. Artık ne eski "duyarlılıkları" koyacak bir yerimiz, ne yeni "pozitif dinamikliklerimizi" paraya dönüştürecek bir işimiz vardı. Yeniden iş bulmak için "pozitif" olmak gerekiyordu, yeniden bütün bu dünyaya inanıyor gibi yapmak... Belki de budur en çok bu yazıyı yazdıran. 80'lerde doğan çocukların bütün bunlardan içten bir rahatsızlık duymak gibi bir derdi olamazdı çünkü onlar büyürken ekseriyetle bu rahatsızlığı yaratacak "duyarlılıkların" artık öğretilmemesi gerektiğine ilişkin genel bir kanaat vardı; artık herkes "alışmıştı"! Koyunlar kendi bacaklarına asılıp duracaktı.

Biz tuhaf bir aralığın çocuklarıyız yani... Koyun olmayı istemeyen ama yine de kendi bacağından asılmayı bir biçimde öğrenen. Tiksinen ama sürdüren... Otuz gelince Biz işte şimdi otuzlarımıza geldik. Bugünlerde öyle çok insan var ki her şeyi bırakıp gitmeyi düşünen... Hatta giden. Yorulmamızın nedeni ne işti ne de o duyarlılıklar. Tamamen başka bir şey. Üniversiteyi bitirince şöyle bir hesapsız yolculuğa çıkmamıştık, çok telaşlıydık, iş bulmalıydık. İş bulduk, bu sefer orada "durmanın" yollarına bakmalıydık. Boynumuzdaki kravatlar ağırlaşmaya, aniden giyilmiş tayyörler içinde büzüşmeye başladığımızda yaşadığımız o saçmalık duygusunu bu sistem içinde kalarak nasıl anlamlandıracağımızı da bir türlü bilemedik. Akşam gidip rakı mı içmeliydi, yoksa bu hazin halden kurtulmak için bir terapist mi görmeliydi? Bir gün gitme hayalini kenarda tutup, ona güvenmeli miydi? İş yerine gelen yeni ve hırslı çocuklara bu erken yorgunluğun sebebini nasıl anlatmalıydı? Belki de onlara takılıp akşam bir bara gitmeliydi. Ne eskide ne de yenide yerimiz olmadı bizim. Biz tuhaf bir aralığın çocuklarıyız bu yüzden. Ve bu yüzden erken yorulduk belki. Hepimizin içinde bir gün gitmek fikri gizli... Otuz gelince işte, gidememişken, dönüp tek başımıza olmadığımızı görmek gerekli.



ece temelkuran/milliyet 08.08.2003

Girişimci ruh’ çıkış yolu arıyor

17 yıldır pazarcılık yapan Mehdi Görük, "Meyza" adlı bir marka yarattı. Pazar yerlerine markasını duyuran afişler astı. Kendi kendine okuma-yazma öğrenip bir web sitesi kurdu, yüzlerce proje üretti. Ama elinde hâlâ sadece bir isimden ibaret olan markasından başka bir şeyi yok .

Mehdi Görük ile bana yolladığı bir e-posta sonrası Şirinevler Pazarı’nda tanıştık. Görük 15 yıldır İstanbul’da pazarcılık yapıyordu ve "Bir Semt Pazarcısının Öyküsü" başlığını taşıyan o çok uzun e-postasında pazarda yarattığı "Meyza" adlı bir markadan söz ediyordu. Görük bu marka için yıllarca düşünmüş, renkli kalemlerle kareli defterlere yüzlerce logo çizmiş, Meyza amblemli afişler, poşetler bastırmış, sürekli projeler geliştirmiş ama yine de paçayı yoksulluktan bir türlü kurtaramamıştı.

Mehdi Görük şu an İstanbul’un semt pazarlarında limon satıyor. 30 yaşında ve sadece bir isimden ibaret markasından başka hiçbir şeyi yok. Ama hiç okula gitmemesine rağmen kendi kendine okuma-yazma öğrenen, Washington Post editörlerine derdini anlatacak kadar İngilizce bilen, bilgisayarı olmadığı için internet kafelerde web sitesi kuran bu genç adam öylesine bir girişimci ruha sahip ki, işte orada biraz durmak gerekiyor. Tıpkı "Başaracağınıza inanıyor musunuz?" diye sorduğumda, benim durduğum gibi: "Edison’a da kimse inanmıyordu ama ampulu o bulmadı mı?

Ne zamandır pazarcılık yapıyorsunuz?
Siirt’ten İstanbul’a geldiğim ilk gün pazara çıktım. 13 yaşındaydım. 15 yıl tezgahlarda işçilik yaptım. İki yıldır da tezgah bulursam kıvırcık, limon falan satıyorum.

Sizin bir de markanız var.
Evet, "Meyza" diye bir marka yarattım dört yıl önce. İşçilik yaptığım sıralarda bir gün kendime söz verdim. Bir marka yaratacak ve Migros kadar büyütecektim.

Pazarda limon satarken bir marka yaratmaya çalışmak tuhaf değil mi?
Yıllardır iş dünyasını takip ediyorum. İnsanlar sıfırdan başlayıp nasıl başarılı oluyorlar, biliyorum. Ben markanın önemine çok inanıyorum. Yoksa markasız da limon satılabilir. Belki şu an bana bir faydası yok ama ileride mutlaka olacaktır.


Markayla her iş yapılır

Nasıl bir fayda bekliyorsunuz bu markadan?
Şu anda sadece sebze-meyve satıyorum. Ama para bulabilirsem bir meyve suyu markası yaratabilirim mesela. Çocuklara meyve buzlar satabilirim. Markanız olunca her işi yapabilirsiniz çünkü.


Meyza’yı yarattıktan sonra afişler hazırlayıp pazara asmışsınız. Nasıl karşıladı müşterileriniz bunu?
Markayı bulduğum sırada başkalarının tezgahında işçi olarak çalışıyordum. Bu yüzden afişleri, poşetleri onlar adına yapmak zorunda kaldım. Markam tutsun diye masrafları cebimden karşıladım. Bez afiş yaptırıp üzerine "Pek yakında Meyza geliyor" yazdım. İçindeki "e" harfini de ters koydum ki, görenler merak etsin.

Bütün bunları parasını cebinizden verip patronunuz için yaptığınızı söylediniz. Size bir katkısı yoktu yani... Evet. Kazandığım bütün para bu işlere gidiyordu. Ama pazarda mallar hep siyah poşetlere konulur. Bunlar toplama çöpten, sağlıksız poşetlerdir. Biz Meyza yazılı poşetler bastırınca pazarda çok güzel bir görüntü oldu. En azından ben büyük şevk aldım, bu işi yaptığım için gurur duydum.

Satışlarınızı artırdı mı bu marka?
Artırdı ama önemli olan bu değildi. Markanın yaşaması 5-10 limon fazla satmaktan daha önemliydi benim için. "Balonlara ‘Meyza Pazarium Concept’ yazacağım.

Bana yazdığınız e-postada sürekli bir girişimci ruhtan söz ediyorsunuz.
Benim hayatım girişimcilik üzerine kurulu. Hani okuyamadığımı falan bir yana bırakın, daha pazarda yerim bile yok. Bugün iki pazarda yer bulamadım mesela, burası geldiğim üçüncü pazar. Girişimci olmaya mecbursunuz yani. Evet, benim bu markadan başka bir şansım yok çünkü. Bugüne kadar bir şey olmadı ama yılmayacağım. Geçen gün Washington Post’a da yazdım. Ne yazdınız? Markamı anlattım işte.

Örnek aldığınız kimse var mı ticaret hayatında?
Zeki Triko’nun sahibi Zeki Başeskioğlu. Eski pazarcıdır o. Balins’in sahibi Veysi Balin de öyle. Onlar sıfırdan gelip bunu başardı. Edison da kafayı yorup ampulu buldu. Ben neden başaramayayım? Şu anda pazarda, gördünüz arkadaşlar dalga geçiyorlar ama bu umrumda değil. Ben inandığım davanın peşinden gideceğim. Hayattan zevk alıyorum ya, bu bana yeter.

Markanızı yaratalı dört sene oldu ama hayatınızda pek bir şey değişmemiş görünüyor. Hayal kırıklığı yaşamıyor musunuz hiç?
Yaşamaz olur muyum? Mesela en son Perakende Günleri’ndeki konferansa gittim. Davetiye bulamadım. Kendimi öksüz çocuk gibi hissettim. Giriş ücretliydi ve benim o kadar param yoktu.

Neden bu kadar istediniz bu konferansa katılmayı?
İş dünyasından herkes oradaydı. Deneyimlerini anlatacaklardı. Belki bir-iki kişiyle tanışacaktım. Bu benim hakkım değil mi? Pazarcı olabilirim ama benim markamı Türkiye’de çoğu şirket müdürü düşünemez. Benim elimde imkan olsa Meyza’yı Türkiye’nin tarım portalı yapabiliriz. Çünkü hani nasıl derler, ben vizyonu geniş bir insanım. Mesela şimdi dört metrelik bir limon resmi koyacağım tezgahın arkasına. Biraz para bulunca müşterilere balon, pamuk helva dağıtacağım. Bunların üstüne de "Meyza pazarium concept" yazacağım. Bir de ses tertibatı kurabilirsem müzik yayını yapmak istiyorum müşterilerime. "Amazon.com nasıl kurulmuş araştırdım. E-ticaret yapmaya karar verdim

İnternette bir de web siteniz var. Bilgisayar kullanmayı nasıl öğrendiniz.
Bilgisayarı ilk kez 10 sene önce duydum. Askerdeyken bölüğün Bilgi İşlem Merkezi’ne gizlice giriyordum, o zamanlar Windows 95 vardı. Sivile dönünce internet kafeleri gördüm. İçeri girmeyi çok istiyordum ama pahalı mıdır, harfleri falan pek bilmiyorum "Rezil olur muyum?" diye düşünüyordum. Derken bir gün cesaret edip girdim. Sonra manyak bir şekilde internete girmeye başladım. Bu arada basından e-ticareti takip ediyordum. Amazon.com nasıl kurulmuş, insanlar internetten nasıl para kazanıyor, araştırdım. "Ben neden yapmayayım?" diye düşündüm.

Sonra kendi web sitenizi kurdunuz...
Ciddi olarak kafa yordum. Kolay web servisini buldum. Orada malzeme veriyorlar zaten. Sonra gittim, domain aldım. Araştırdım yani. Bir gün chat yaparken de bir arkadaştan inceliklerini öğrenip markam için üç sayfalık bir web sayfası yaptım.

Markam diyorsunuz ama ortada bir şirket ya da sattığınız bir ürün yok değil mi?
Ortada bir şirket yok ama yaptım işte. Gittiğim pazarları, ürünleri falan yazdım. Birkaç e-mail geldi. Işığı aldım. Baktım internetteki şirket sayısı çok az. İlk gelen işi götürür diye düşündüm.

Peki ortada satılacak bir şey de olmadığına göre amacınız neydi bu siteyi açarken?
Amacım önce e-ticaret. Bakın bu çok önemli. Benim son tüketiciye meyve-sebze satmak gibi bir düşüncem yok. İnternette pazarlanacak son şey bu çünkü. Benim amacım Anadolu’nun her yanından ürün toplayıp onları İstanbul’da pazarlamak. Hipermarketlere satmak, olmadı ihracata yönelmek. Ama şu anki halimle zor.

En çok neye ihtiyacınız var peki bunları yapabilmek için?
Bu işe para koyabilecek girişimciler arıyorum. En çok da istediğim şu; Carrefour, Migros gibi marketlerde bana bir yer tahsis etsinler. Orada kendi markamla sezonun en kuvvetli ürünlerini satayım. "Kendi kendime öğrendiğim İngilizceyle Washington Post’a mektup yazdım" Küçüklüğümden beri ticaretin içindeyim. Hiç okula gitmedim. Çevremde akranlarımı görüyorum, onlar okumuş, ben okumamışım. Bu yüzden kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Önce kendi kendime okuma-yazmayı öğrendim. Sonra da Limasollu Naci’nin İngilizce setini alıp biraz İngilizce öğrendim. Şimdi derdimi Washington Post editörlerine anlatacak kadar İngilizce biliyorum.