Thursday, June 23, 2005

Ekolojik Tarım - 6

Gönüllülere çağrı

Bursa Uludağ Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nden Prof. Dr. Rahmi Türk, AKŞAM aracılığıyla tarım üreticilerine seslendi: Ekolojik tarımla 36 çeşit sebze, meyve ve aromatik bitki üretiyoruz. Bu alandaki bilgi ve deneyimlerimizi gönüllülerle paylaşmaya hazırız.

Yazı dizimizi hazırlarken duyduğumuz heyecanı, yayın başladıktan sonraki büyük ilgi bir kat daha artırdı. Bursa'daki Uludağ Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü'den Prof. Rahmi Türk de hem tüketici hem de Türk çiftçisi için cankurtaran simidi özelliğindeki organik tarım konusunda bizi arayanlar arasındaydı.

Fakülte olarak, bu konudaki bilgi ve deneyimlerini 'organik tarıma gönül verenlerle paylaşmak istediklerini belirten' Prof. Dr. Türk, şu bilgileri verdi: 'Fakültemiz, 1996 yılından bu yana 2500 metrekare alan üzerinde kimyasal gübre ve ilaç kullanmaksızın tarım yapmaya başlamış ve bugün 20 bin metrekarelik alanda faaliyetle-rine devam etmektedir. Büyük özveri ile oluşturduğumuz bahçede yağ biberinden domatese; çilekten ısırgan otuna kadar birçok ürünü, bilimsel çalışmalarımızın ışığı altında üretmekteyiz. Bu anlayışla üretim çalışmalarını devam ettiren fakültemiz 17 tür 36 çeşit sebze ve meyve ile aromatik bitki potansiyeline sahiptir. Fakültemiz organik uygulama bahçesinden elde edilen bu ürünler, öncelikle Üniversite döner sermayesi kanalı ile fakültemiz satış mer-kezlerinde üniversite çalışanlarına sunulmaktadır. Bunun yanı sıra organik tarım konusunda lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde çalışmalar da devam etmektedir'.

Gün geçtikçe fakültedeki üretim çeşitliliğinin arttığını belirten Prof. Dr. Türk, şöyle devam etti: 'Bu alanda giderek artan bilgi ve deneyimlerimizi gönüllülerle paylaşmak arzusundayız. Çünkü biliyoruz ki:

Sağlıklı yaşamak için sağlıklı gıda tüketmek bunun içinde doğal (kimyasal katkısız) besinler üretmek zorundayız. Bilinçsiz ve yanlış yöntemlerle üretim yaptığımız sürece gelecek kuşakları da tehdit altında bırakacağız'.

Çözüm: Kentsel çiftlikler

Organik tarımı kentlere taşımak konusunda son derece ilginç gelişmeler yaşanıyor dünyada. Küba bu konuda şehirlerde çiftlik yaratma konusunda hayli ileri gitmiş durumda. Yazar Tijen İnaltong'un bir çevirisini paylaşmak istiyoruz sizlerle :

'Sovyetler Birliği çökünce, Küba'nın alışveriş yaptığı ülkelerde sorunlar başgösteriyor. Havanalı öğretmen Maria Felix Bonome evinin bahçesinde ve toprak olan her köşede kendi ihtiyacı için bir şeyler yetiştirmeye başlıyor. Bazı kentliler yiyecek eksikliği nedeniyle homurdanırken, Maria kendi ailesi ve yakınları için bir kentsel çiftlik kooperatifini oluşturmak için kolları sıvıyor. Bu hareket başarılı olunca Havana'da yaşayanlar yavaş yavaş çatılar ve balkonlar dahil buldukları her yerde sebze yetiştirmeye başlıyorlar. Bunun üzerine kentteki otoriteler bir Kentsel Tarım Müdürlüğü kurarak insanlara teknik danışmanlık, tohum ve tarım için bedava toprak vermeye başlıyor. Bugün Havana'da yaşayan 20 bin kişi organik kentsel tarımla doğrudan uğraşıyor ve sonuçlar inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Şu anda adanın sebze ihtiyacının yarısı kentlerde yetiştiriliyor ve bunun yüzde 30'luk aslan payı da Havana'ya düşüyor'.

Akşam

Wednesday, June 22, 2005

Ekolojik Tarım - 5

Domatesin çok iri ve kof olanı hormonlu

Serada üretilen domates, patlıcan, kabak ve kavunda hormon kullanıldığını belirten uzmanlar, tüketiciyi bilinçli olmaya çağırıyor

'Domatesin çok iri ve içi boş olanını değil, kesildiği zaman içinde çekirdek yuvası oluşmuş küçüklerini tercih edin'

Çilek üreticileri ise hormon iddialarını reddettikleri gibi, bu meyvenin kanserden koruyucu olduğunu öne sürüyorlar

Hormonlar konusunda yıllardır ciddi çalışmalar yapan İzmir Ticaret Borsası Basın Müşaviri Reşat Yörük'le konuştuk. Yörük, 'Aslında çözüm ortada: Tarım ilaçlarının satışı denetim altına alınacak ve sözleşmeli tarım modeli yaygınlaştırılacaktı. Böylece hangi tarladan ne kadar verim alınacağı, ne kadar ve hangi türde tarım ilacı ya da hormon kullanılacağı kolayca bilinecekti' dedi.

Peki hormon nedir? Çevreye ve insan sağlığına zararı gerçekten çok büyük müdür? Yoksa konu biraz çarpıtılıyor muydu?

Kolay anlaşılabilir yanıt şöyle: 'Bu tedirginlik, kelimenin farklı kesim ve kişilerce, farklı şekillerde kullanılmasından kaynaklanıyor. Kış aylarının tam ortasında, pazardaki domateslerin 'tarla domatesi' diye satılması veya bir ekmek fırınının camında 'hormonsuz ekmek' diye yazı yazılması, traji-komik örnekler. Gerçekle hiç bir ilgileri yok. Bunun yanında pazarda görülen her irilik, renk ve şekildeki meyve ve sebzenin 'hormonlu' damgası yemesi de yanlış. Bazı meyve ve sebze türlerinde bazı yıllarda görülen şekil bozukluklarının, örneğin kirazlardaki ikiz meyvelerin, tamamen ekolojik koşullardan kaynaklanmasına rağmen, hemen 'hormonlu' olarak tanımlanması gibi gerçekle ilgisi olmayan örneklerle sıkça karşılaşıyoruz. '

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Benian Eser de şunları söyledi: 'Bitkilerdeki büyüme ve gelişme olaylarını yönlendiren, çok düşük yoğunluklarda dahi etkili olabilen ve bitkilerde sentezlenerek taşınabilen organik maddelere hormon deniliyor. Bunları 'büyüme düzenleyici maddeler' olarak da adlandırabiliriz. Ülkemizde bu tür maddelerin kullanımına 1960'ların sonunda başladığı söyleniyor. İlk olarak, GA3 olarak adlandırılan madde, çekirdeksiz kuru üzümde kullanılıyor.

Yani filmin başlangıç yeri Ege Bölgesi... Yine aynı dönemlerde, örtüaltı sebze üretiminde meyve tutum ve verim problemi bulunan domates ve patlıcan için çok düşük dozlarda 'büyüme düzenleyici' kullanıldı. Büyümeyi hızlandırıcı etkiye sahip hormonlar olduğu gibi, büyümeyi geriletici hormonlar da var. Bu tür maddelerin ruhsatlanarak sebze, meyve ve süs bitkisi fide ve fidanlarında büyümenin istenilen boyutlarda tutulması ve tütünde koltuk sürgünü gelişiminin kontrol edilmesi gibi yeni uygulamaların tarımda yer almaya başladığı görülüyor.'

Hormonlu sebze ve meyve nasıl anlaşılır

Sera koşullarında domates, patlıcan, kabak ve kavun üretiminde hormon kullanıldığı konusunda uzmanlar hemfikir. Bazı uzmanlara göre ise, çarşı-pazardaki meyve ya da sebzelerde hormon olup olmadığı kolayca anlaşılabiliyor. Örneğin çok iri, kof yani içi boş domatesten kaçınmak gerek. Onun yerine ağır, küçük boyutlu ve kesildiği zaman içinde çekirdek yuvası oluşmuş domatesler gönül rahatlığıyla tüketilebilir. Kış aylarında biber tüketmenin sakıncası yok. İlaç ve hormon kalıntısı ihtimali mart aylarından sonra ortaya çıkıyor. Mayıs ayının ikinci yarısına kadar patlıcan ve kabak tüketimine dikkat! Bu süreçte hormon kullanımı olabilir. Çilekte ise 'hormon kullanılmıyor' diyen uzmanların sayısı daha fazla.

En büyük kavga çilekte

Hormon tartışmalarından sonra, kamuoyunda şöyle bir kanaat oluştu: İri ve anormal şekil içeren tarım ürünleri mutlaka hormonludur. Burada tanımlanan 'irilik' ise özellikle çilekte kendini gösterdi ve halk 'hem iri hem de gösterişli' çilekten 'besmele görmüş şeytan gibi' kaçmaya başladı. Çilek üreticileri, bu beklenmedik gelişme üzerine boş durur mu? Hepsi ayağa kalktı tabii. Emiralem'deki çilekçiler, ürünlerine 'hormonlu' dediği ileri sürülen eski futbol hakemine tazminat davası açtı. Silifke'deki üreticiler ise protesto amaçlı miting bile yaptı. Yörenin çilek üretiminde öncü olmasında emeği geçen Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Nurettin Kaçka, 'Biz İspanya'nın ve ABD'nin kullandığı çilek türünü yetiştiriyoruz. İçi boş ya da içinde beyaz şeyler var diye çileği hormonlu gösteremezsiniz. Çilekte kesinlikle hormon yoktur. Ayrıca son bulgular, çileğin kanseri önlediğini de ortaya koyuyor' dedi.

Allah'a emanetiz!

Türkiye'de bazı tarım ürünlerinde, belirli dönemlerde hormon kullanılmaktadır. Ama bunlar ruhsatlı preperatlardır. Bu maddelerin önerilen ürünlerde ve önerilen dozlarda kullanılması halinde, bilinen bilgiler ışığında herhangi bir sağlık riski olmadığı kabul edilmektedir. Ancak kullanılan ürünlerdeki kalıntı miktarının düzenli olarak izlenerek kabul edilen sınırları aşıp aşmadığının belirlenmesi ve aşması halinde kamuoyunun bilgilendirilmesi mutlaka yapılmalıdır. Geleceğe yönelik olarak, hormon kullanımının yerine geçebilecek bazı alternatiflerin devlet tarafından desteklenerek yaşama geçirilmesi gerekmektedir. Sera domatesi üretiminde bambus arı kullanımının teşviki, buna bir örnek olabilir.

HORMONSUZ ÜRÜNLER Organik çiçek balı

Çiçek balının tadı, kokusu, rengi, besin içeriği, dolayısıyla şifa özellikleri bal özünün alındığı yere göre değişir. Herhangi bir bitki ismi taşıyan bala, arıların ağırlıklı olarak tercih ettikleri çiçeklerden dolayı bu isim verilir.

Çiçek ballarının bir süre sonra kristalize olması doğal olmasına rağmen, yaygın kanı nedeniyle bu ballardan şüphe duyulmaktadır. Kristalize balı 45 dereceyi geçmemek kaydıyla ısıtarak çözebilirsiniz. Daha yüksek sıcaklıklar balın besin değerinden ve lezzetinden kaybettirir. Ülkemizde büyükbaş hayvanlarda kullanılan ve kanserojen olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış ilaçlar arı zararlılarına karşı da uygulanmaktadır. Hazır balmumu yerine parafinden imal edilmiş petekler kullanılmakta, glikoz ve sakkarozdan (rafine şeker) elde edilen şuruplar bal diye satılmakta ya da sakkaroz ve su karışımı arılara verilerek şekerli ballar elde edilmektedir. Bir teneke doğal bal birkaç teneke sahte bal ile karıştırılarak çoğaltılabilmektedir. Bu nedenlerle tamamen doğal yöntemlerle üretilen ekolojik balı tercih ediniz.

Bazı kullanım şekilleri: Çiçek balı 45 derece sıcaklığın üzerine çıkmamak kaydıyla rafine şeker yerine tatlandırıcı olarak içeceklerde, sütlü ve unlu gıdalarda kullanılır.Besin değeri yüksek olan bal şifa verici özelliğiyle de ilaç olara kullanılmaktadır.Tarifler: Özel şifa reçetesi: Yarım kilo çiçek balına 2 çorba kaşığı toz zencefil katılıp iyice karıştırılır ve düzenli olarak alınırsa soğuk algınlığına karşı korur, mevsim değişikliklerine direncinizi artırır.

Akşam

Tuesday, June 21, 2005

Organik Tarım - 4

Meyveleri 'kurtsuz' diye geri çevrilen ihracatçı

İzmir Ticaret Borsası üyesi Aydın Ünsal karşılaştığı bir sürprizi açıkladı: Avrupa'ya gönderdiğim elma ve ayvalar, 'Bunlarda çok hormon ve ilaç var, almıyoruz. İçinden kurt çıksaydı alırdık' denilerek iade edildi. Organik tarımı öylece tanıdım.

Aydın Ünsal'ın organik tarım konusundaki macerası, daha doğrusu onu 'Türkiye'nin ilk organik ürün ihracatçısı' olmaya yönelten süreç, yukarıdaki deneyimden sonra başlamış. Bundan 10 yıl önce gittiği en ücra Anadolu köylerinde bile içine hormon karıştırılmış ürünlerle karşılaşmış ihracatçı. Bunun üzerine de gerektiğinde kurtlu ama içine hiçbir hormon karıştırılmamış ürün konulmasını isteyerek yapmış işini.

'Zararsız hormon'

Yine İzmir Ticaret Borsası'nda yıllardır Basın Müşaviri olarak görev yapmakta olan Reşat Yörük, önce İngiltere, ardından da Almanya'ya ihraç ettiğimiz yeşil biberlerde bulunan, 'meta midofos' adlı zehire dikkat çekiyor. Yörük, tarım ilaçlarının kullanımının önüne geçilmesini savunurken, çözümün organik tarımdan ve bambus arılarından geçtiğini savunuyor.

Ne midir bu bambus arıları meselesi? Söyleyelim: Doğal hormonun ta kendisi....

Örneğin, hormona karşı alternatifler geliştirilen Antalya bölgesinde 15 bin dekar serada bambus arılarının kullanıldığı biliniyor. Aynı bölgedeki bazı firmalar da, kendi kendini dölleyebilen patlıcan türlerini piyasaya sürüyorlar.

Ziraat Mühendisleri Odası Antalya Şubesi yöneticilerinden Vahap Tuncer, çilek, kavun ve taze fasulyenin kendi kendisini dölleyebildiğinin ve bu nedenle hormona ihtiyaç olmadığının altını çizerek şöyle devam ediyor: 'Domates ve patlıcanda ise hormonlar çiçek döneminde veriliyor. Bu dönemden hasata kadar 3 ay geçtiği için, insan sağlığı açısından bir sorun teşkil etmiyor.'

Aspirin mucizesi

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Botanik Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç.Dr. Ersin Duygu da 'doğal hormon' konusuna dikkat çekiyor:

'Özellikle Hindistan, Çin ve Avustralya'da tarım ve ormancılıkta, bitki büyümesini düzenlemek ve verimliliği artırmak için kullanılan maddeler, doğal bitki hormonlarıdır. Tüm dünyada bilimsel araştırma konusu olan bu madde grupları, bitkiler ya da artıklar ve küspelerden elde edilebilmektedir. Böylece ekonomik değeri az bitki türleri ya da artıklar değerlendirilmiş olmaktadır. Bu maddelerden en iyi bilinen ve tanınanı, adını söğüt ağacının bilimsel adı olan Salix'ten alan ve söğüt kabuklarından elde edilen salisilik asittir. Aspirinin ve hammadesi olan salisilik asitin; bitkilerin büyümesi, hastalıklara ve kuraklık, don gibi olumsuz hava koşullarına karşı dayanıklılığı artırdığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır.'

'Nerede o kurtlu elmalar'!

Yemek kitapları yazarı Tijen İnaltong böyle isyan ediyor. 'Başlığa bakıp delirdiğimi düşüneceksiniz, biliyorum. Oysa akıllandığım için yazıyorum bütün bunları. Hatırlar mısınız, çocukluğumuzada elmaların içinden kurt çıkardı. Kirazların da. Bezelyeleri, barbunyaları ayıklarken dikkatli olmak gerekirdi. Kurtlu olanları gazete kağıdının üzerine koyar, devam edersiniz ayıklamaya. Önemli olan lezzetidir. Sadece mevsiminde yersiniz bezelyeyi, çileği, domatesi, salatalığı. Hasretle beklersiniz. Bezelyeler nisanda gelir pazara, çilek haziranda kırmızıya boyar tezgahları, domates için biraz daha beklemeli, iyi de ne kadar?

Artık ne bezelyeden, ne elmadan kurt çıkıyor, farkında mısınız? O koskocaman, parlak renkli, pırıl pırıl elmalar kurtsuz belki, ama lezzetsiz de. Bezelyeler de iri iri, bir tane bile kurt yok içinde. O kadar ilaçlamadan sonra kurt nasıl yerleşip keyifle kemirebilir ki bezelyeyi?

Sizi bilmem ama ben hiç memnun değilim bu gidişattan. Onun için kışın yaz sebzelerini protesto ediyorum. Evime sokmadığım gibi dışarıda da reddediyor, gerekçemi de söylüyorum. Pazarda 'Abla bak bu domatesler hormonsuz, arılı' diyen satıcıya 'Kusura bakma kardeş, ben domatesi yazın yiyorum' diyorum.

Çiftçi kardeşler, mecbur kalmadıkça hormon, tarım ilacı kullanmayın. Mecbursanız da kutu üzerindeki direktifler doğrultusunda kullanın. 'Hasattan 10 gün önce kullanın' yazıyorsa kutunun üzerinde, öyle yapın. 'İstanbullu anlamaz, kendimize ayrı eker, ilaçsız yetiştirir, afiyetle yeriz' derseniz, gün gelir, kullandığınız ilaçlar yüzünden kirlenen toprağınız size yüz çevirir.'

Organik ya da tam pirinç

Tam pirinç, hasatı yapılan çeltiklerin üzerindeki kalın kabuğu alınmış halidir. Pirinç yurdumuzda Marmara ve Karadeniz bölgelerinde üretilmektedir. Bilinen pirinç üretiminde yoğun biçimde ot ilacı, çeşitli kimyasal ilaçlar ve suni gübreler kullanılmaktadır. Bu sebeplerden pirincin ekolojik olanını tercih etmeniz sağlığınıza katkıda bulunacaktır.

Şifa özellikleri:

Tam pirinç, kepeği ve tohum özü ayrılmadığından canlılığını korur ve filizlendirilebilir. Bu sebeple rafine pirince oranla kat kat besleyicidir. Örneğin B1 vitamini yönünden beş kat potasyum, demir, sodyum, fosfor mineralleri tarafından iki kat besleyicidir. Lif içeriği ve sıvıyı kendine çekici özelliği sayesinde bağırsakları temizler, sindirimi kolaylaştırır. Doğru kombinasyonlarla vücudun dışarıdan alması gereken 8 önemli aminoasitin tamamını sağlar.

Organik Üzüm-Organik Şarap:

Üzüm, Ege Bölgemiz'de çekirdeksiz 'Sultani' başta olmak üzere, ülkemizin birçok yöresinde bol çeşidiyle yetiştirilmektedir ve bazılarının ekolojik üretimi yapılmaktadır. Üzüm üretimi ile dünya pazarında kayda değer bir yeri bulunan ülkemizde maalesef henüz çoğunlukta olan geleneksel bağlarda ve üzümün işlenmesi sırasındaki bilinçsiz kimyasal gübre ve ilaç kullanımı; çevre ve insan sağlığını olumsuz yönde etkilemeye devam etmektedir. Bu yüzden görünüşte pek farkı yokmuş gibi duran üzümlerin ekolojik olanını tercih etmemiz, bizim ve yerkürenin sağlığına katkı olacaktır.

Üzümün şifa özellikleri:

Vücudumuzun ihtiyacı olan 15 amino asit, A, B1, B2 viatminleri ve kalsiyum, potasyum, magnezyum, demir, silisyum, iyot, çinko, kükürt, manganez minerallerini barındıran üzüm, idrar söktürücü, müshil, kalp kaslarını besleyici, toksinden arındırıcı, kan temizleyici ve kuvvet vericidir.

Üzümün kullanım şekilleri:

Her çeşit taze üzüm ve taze sıkılmış üzüm suyu, mevsiminde sıkça tercih edilir.Üzüm, hijyenik koşullarda güneşte kurutulduğunda besin değerlerini tamamı ile korur ve çerez olarak, hoşafta, tatlılarda, keklerde vs. kullanılır.

Üzümlü reçeteler:

Kuvvet Topları: 250 gr. ekolojik kuru üzüm, 100'er gr. ekolojik kuru kayısı, fındık ve badem kıyma makinesinden geçirilerek 20 gr. kakule içi ile yoğurulur, top haline getirilir ve son olarak keçiboynuzu tozuna bulanır.

Akşam

Monday, June 20, 2005

Organik Tarım - 3

Meşaleyi Almanlar yaktı

Türkiye'de yeni rağbet görmeye başlayan organik tarım ürünlerinin bir öncü firması var: Rapunzel. Sermayesinin yüzde 90'ı Almanlar'a ait olan firma, 20 yıl öncesinden bugünleri görüp harekete geçti.

Piyasa verilerine göre Türkiye'de, önümüzdeki 5 yıl boyunca organik tarım üretiminin, her yıl yüzde 18'lik bir büyüme göstermesi öngörülüyor. Son 5 yıl içerisindeki yüzde 140'lık büyüme de göz önüne alındığında bu oldukça etkileyici.

Bir zamanlar sadece hippilerin ve sağlık fanatiklerinin peşinde koştuğu organik besinler günümüzde başta yaşlı Avrupa ülkeleri olmak üzere, giderek ABD ve Japonya gibi tüketimi yüksek ülkelerde tercih ediliyor. Ama uzağı 20 yıl öncesinden gören bir firma da var: Rapunzel...

Organik tarımın önde gelen kuruluşu Rapunzel, sermayesinin yüzde 90'ı Almanya'daki Rapunzel Naturkost ve yüzde 10'u halen Genel Müdürlüğü'nü sürdüren Atilla Ertem'in ortaklığı ile kurulmuş. Rapunzel-Türkiye bugün, İzmir/Kemalpaşa Ören'de 4 bin 150 metrekare kapalı alanda, idari ofisleri, şoklama, soğuk hava, işleme, depolama, sosyal tesisler ve arıtma birimlerini içeren komple bir tesiste çalışmalarını sürdürüyor. Türkiye çapında 870'den fazla üretici ve 70'in üzerinde ürün çeşidi ile Rapunzel-Türkiye proje danışmanlığı hizmetinin yanı sıra, 52 idari eleman, 8 ziraat ve 4 gıda mühendisi ile kendi hammadde satın alımını, işlenmesini, depolanmasını ve satışını yapıyor.

Genel Müdür Atilla Ertem'i Türkiye'de yakalayabilmek pek mümkün olmadığı için, şirketin Yurtiçi Satışlar Direktörü Esin Taşlıoğlu ile görüştük.

Bize önce organik besinin ne olduğunu tanımlar mısınız?

Organic Trade Association'a göre organik tarım yapan çiftçiler ürünlerine pestisid, insektisid, hormon ve suni gübre koymuyorlar. Ayrıca bu ürünler çeşitli sentetik koruyucu ve katkı maddeleri içermiyor. Aslında organik tarım fikri 1940'lara dek uzanıyor ancak 70'lerin ikinci yarısında hayata geçirilmiş.

Galiba ülkemizde de organik tarımın meraklıları artıyor.

Evet, yeni nesil arasında çok taraftar bulmuş durumda. Hatta dünyada organik tarım ürünleri satan zincir mağazaların bir kısmı üniversite kampuslarının yanında açılıyor. Uzmanların bir diğer dikkat çektiği nokta da besin güvenliği. Özellikle Deli Dana ve şap hastalığı gibi sorunlardan sonra insanlar vejetaryen beslenmeye eğilim duymaya başladılar.

Organik tarım ürünleri biraz pahalı bulunuyor.

Şu andaki en önemli sorun, fiyat farkı gerçekten de. Ama üreticilerine göre bu, organik ürünlere daha çok talep olmasıyla zamanla çözülecek.

Bize şirketinizi tanıtır mısınız?

Rapunzel 1985'ten bu yana Türkiye'nin yedi bölgesinde 870'i aşkın sözleşmeli üretici ile her ürünün kaynağında ekolojik projeler yapmakta ve bu alanda danışmanlık hizmeti vermektedir. 1999'da Rapunzel'in bir satış noktası ile iç piyasada başlayan serüveni, bugün iki bayi ve 120'nin üzerinde satış noktası ile yurt çapında da ekolojik yaşam felsefesini yaygınlaştırmak için yapılan çalışmalarla sürdürülmektedir. Rapunzel yüzde 100 organik çalışarak her aşamada çevre korumasına dikkat eden ve bunun için onaylanmış ve uluslararası tanınan organik sertifikasyon kuruluşları ile çalışan bir firmadır.

Rapunzel, çok uluslu bir şirket olarak dikkat çekiyor.

Şirketimiz bugün dünyanın değişik yörelerinde 20'yi aşkın ülkeden 50'den fazla farklı tarımsal ürün satın almakta ve bunlarla ilgili merkezi faaliyetlerini Legau'daki (Güney Batı Almanya) tesislerinde sürdürmektedir. 221 eleman; ofis, kalite kontrol laboratuvarı, ürün işleme, paketleme, depolama ve dağıtım birimleriyle çalışarak, 27 ülkeye ihracat yapmaktadır.

Organik gübre

Yaşar Holding kuruluşu Biofarm, çiftlik gübrelerini zengin içerikli doğal tarım girdisine dönüştürüp çiftçiye sunuyor

Uygar toplumlarda artık bütün politikalar insan sağlığını korumak, doğayı ve çevreyi korumak felsefesi üzerine kuruluyor. Sağlıklı toplumlar yaratmak için doğanın dengelerini bozmamamız ve geliştirmemiz gerektiğine herkes inanıyor. Bu durumda ortaya çıkan temel sorun, toprağa kimyasal yerine organik gübre atılması ve giderek daha da zenginleştirilmesi olarak görülüyor. Bu konuda Biofarm isimli firma önde gidiyor. Biofarm Genel Müdürü Hasan Grenes kendilerini şöyle tanımlıyor:

'Yaşar Holding Grubu, kuruluş misyonunda yer alan 'çevreye ve doğaya değer veren bir yaklaşımla üretim yapma' ilkesinden yola çıkarak ülkemizin en büyük ve modern organik gübre üretim tesislerini faaliyete geçirmiştir. Büyük bir titizlik, teknolojik üstünlük ve kalite kontrol aşamalarıyla üretilmekte olan organik gübreler, çiftlik gübrelerini hammadde olarak kullanıp son derece zengin içerikli doğal bir tarım girdisine dönüştürmektedir'.

Akşam

Thursday, June 16, 2005

Organik Tarım - 2

İhracat garantili üretim
Ekolojik tarımda ihracat pazarı dünden hazır. Yabancılar Türkiye'den en çok çekirdeksiz kuru üzüm, kuru incir, kuru kayısı, kuru elma ve fındık istiyor. Organizasyon kuruluşları, çiftçiyle fiyat ve satış garantili sözleşme yapıyor. Üreticiye her türlü yasal güvence sağlanıyor

Organik tarım yapacaksanız, önce tarımın bilimsel bir iş olduğuna inanacaksınız. Bunun için İzmir İl Tarım Müdürlüğü'ne başvurmanız gerekiyor. Başvuru sırasında size, İl Müdürlüğü'nün yayımladığı, fiyatı 10 milyon lira olan bir kitap verilecek ve bunu dikkatlice okumanız istenecek. Toprağınız için yaptıracağınız tahlilden sonra hangi ürünü üreteceğinize karar vermeniz gerekecek. İzmir İl Tarım Müdürü Muzaffer Ağar'la konuya ilişkin görüşmemizi aktarıyoruz...

Üretim ve dışsatımda rolü giderek artan organik tarıma başlamak isteyenlere önerileriniz?- Organik tarım ürünleri ihracatının ilk 5 sırasında çekirdeksiz kuru üzüm, kuru incir, kuru kayısı, kuru elma ve fındığın yer aldığını bilmeliler. Yüzde 68,5'lik oranla en büyük payın kuru ve kurutulmuş ürünlerde olduğu görülmektedir. İhracat organizasyonunun gerekliliğinden dolayı, üretimler organizasyon kuruluşları tarafından sözleşmeli olarak çiftçilere yaptırılmaktadır. Sözleşmeli tarım, üreticilere fiyat ve satış garantisi getirerek avantaj sağlamaktadır. Yapılan sözleşmede taraflar üretim ile ilgili koşulları, fiyat ve varsa prim miktarını açıklayarak mahkemeye başvurma hakkı saklı olmak koşulu ile kanuni güvence altına alınmaktadır.

Pazarlama faktörleri hakkında da bilgi verir misiniz?- Üretim projesi yurtdışından yabancı bir kuruluş tarafından kurulur, elde edilen ürünler anlaşmalı yerel firma tarafından fason olarak işlenir ve ürünler proje sahibi firmaya ya işleyici kuruluş ya da ihracat firması tarafından ihraç edilir. Ya da üretim projesi, yurtdışından yabancı bir kuruluş tarafından kurulur, elde edilen ürünler yabancı firmanın Türkiye'de tek başına veya ortak olarak kurduğu tesislerde işlenir ya da işleyici kuruluş veya ihracatçı firma tarafından proje sahibi firmaya ihraç edilir. Az sayıdaki uygulamalarda da üreticiler, kontrol ve sertifikasyon firması ile doğrudan temas ederek ürünlerini sertifikalandırır ve serbest pazarda satışa sunarlar.

Ekolojik ürün sertifikası nasıl alınıyor?- Her üreticinin, kendi adına ekolojik ürün sertifikası alabilmek için kontrol ve sertifikasyon kuruluşlarına başvurabilmesine karşın; ülkemizde başvuruları, projede yer alan tüm üreticiler adına projeyi kuran ihracatçı veya organizasyon kuruluşları yapmaktadırlar. Kontrol kuruluşu, bildirilen tüm üreticileri gezerek her üretici için detaylı anket formları ve haritalardan oluşan bir dosya hazırlamaktadır. Sertifikasyon kuruluşu hazırladığı dosyaları Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'na bildirmekte ve her üreticiyi ürün sezonunda en az iki kez haberli veya habersiz ziyaret etmektedir. Gerekli görüldüğü dönemlerde toprak, yaprak ve ürün örnekleri alınarak analiz yapılmaktadır.

Organik tarım için eğitim şart değil mi?- Evet. Türkiye'de ekolojik tarım ürünlerinin yetiştiriciliğini yaygınlaştırmak, ihracatçı taleplerini karşılamak, ürün çeşit ve miktarını artırmak ve bunları yönetmelik esaslarına göre yapabilmek için uygulamaya konulan ekolojik tarımın yaygınlaştırılması ve kontrolü projesi 1997 yılında başlatılmıştır. Bu projeye göre Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi ve Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği ile ortak kurslar düzenlenmiştir. Bu amaçla 80 ilin Çiftçi Eğitim ve Yayım Şube müdürlerinin katılımı ile ekolojik tarım semineri yapılmıştır.

İzin yetkisi, AB onaylı 7 yabancı firmadaOrganik tarım için onların onayı şart.

Türkiye' de Faaliyet Gösteren Kontrol ve Sertifikasyon Kuruluşları
BCS-ÖKO GARANTİE GmbH Narlı Mah. Liman Sok. No:5 Narlıdere/İZMİR
ECOCERT Cumhuriyet Caddesi No:2/ 3 Bornova/İZMİR
ETKO 160 Sokak No:13/7 Bornova/İZMİR
IMO (Instutit Für Marktokologie) 225 Sokak No:29/3 P.K 37 Bornova/İZMİR
INAC Zeytinalanı 141 Sokak No:3 Urla/İZMİ
RSKAL Girne Bulvarı No:28 D:1 Karşıyaka/İZMİR
EKOTAR Adnan Menderes Bulvarı No:36/1 MERSİN


Organik tarımda, tamamen sivil örgütlenmeler olan denetleme ve sertifika kuruluşları büyük önem taşıyor. Organik tarım dünyasındaki kuruluşların 6'sı İzmir'de, biri ise Mersin'de görev yapıyor. Bunlardan önde gelen bir Alman şirketinin Türkiye Temsilciliği'ni sürdüren Institut Für Marktokologie'nin yöneticisi Nurhayat Bayturan'la görüştük...

Sizsiz organik tarım olmaz deniliyor.- Ekolojik tarım sisteminin temel esaslarından olan kontrol ve sertifikasyonda amaç, ürünlerin ekolojik normlara uygun olarak üretildiğini, işlendiğini, paketlediğini garantilenmektir.

Firmalarınızın bu işleyiş içindeki yeri?- Türkiye'de faaliyet gösteren kontrol firmaları bağımsız kuruluşlardır. Türkiye yönetmeliğinde de belirtildiği gibi ticaret yapamazlar ve danışmanlık hizmeti veremezler. Objektiflikleri onaylanmış firmalardır. Şu anda ülkemizde faaliyet gösteren kontrol organları uluslararası kontrol etme yetkisine sahip Avrupa Birliği'nin ilgili kurumu tarafından da onaylanmış yabancı firmalardır.

Danışmanlık hizmetleri hakkında bilgi verir misiniz?- Kontrolün verimliliğini artıran ve Türkiye gibi üreticilerin ekolojik tarımı hiç bilmedikleri bir ülkede önemi daha da artan, zorunlu bir hizmettir. Nelerin yapılmaması gerektiğini üreticiye belirtmektir.

Kontrol, denetim aşaması hakkında da üreticiyi bilgilendirir misiniz?- Ekolojik üretim yapmak isteyen kişi ve kuruluşlar kontrol firmalarına başvururlar. Başvurular genellikle ihracat firmaları tarafından yapılmaktadır. Bunun başlıca nedeni, Türkiye'de ekolojik üretimin, ithalatçıların eko-ürün talebiyle başlamış olması ve daha sonra da ağırlıklı olarak ihracata yönelik devam etmesidir. İhracat firmaları ekolojik üretimini yapacakları ürünü, bölgeyi ve bölgedeki üreticileri belirler. Kontrol organına tarımsal işletmelerin listesini veya üretici listesini sunar. Bu liste, kontrol organına bir öneri niteliğindedir. Kontrol organı üreticiden veya işletmeden başlayarak son paketlemeye kadar ürünün izlediği tüm yolları kontrol eder. Ekolojik tarım normlarına uygunsuzluk tespit ettiği durumlarda kontrol firmaları yaptırım kataloglarını uygularlar.

Akşam

Organik Tarım - 1

BAŞLARKEN...

'Organik tarım', katkısız ve doğal ürün demek... Ya da doğal dengenin ve canlı sağlığının 'sürdürülebilir' olmasını sağlamak için yola çıkılan üretim yöntemi.

İzmir'de 17 yıl önce kurulan bir şirketle başlayıp yine İzmir merkezli gelişen organik tarımda Türkiye iç pazarına henüz ürettiğinin yüzde 5'ini verebiliyor, bu zengin topraklarda üretilen zehirsiz, hormonsuz, ilaçsız ürünlerin yüzde 95'i Avrupa ülkelerine ihraç ediliyor. Ancak kabul edelim ki, henüz işin başındayız, tıpkı Amerika gibi, tıpkı Japonya gibi... Ama yaşlı kıta Avrupa'da artık tüketimin yüzde 40'ı organik ürünlerden oluşuyor. İzmir Limanı'ndan son 15 yılda 10 milyon doları aşan miktarlarda organik ürün ihraç edilmesinin nedeni ise bölgenin benzersiz iklimi, Büyük Menderes, Küçük Menderes ve Gediz havzalarının bereketli toprakları. Çevre ve canlı sağlığına zararlı gübre, ilaç yapay hormon gibi kimyasal girdiler kullanılmadan, kont-rollü ve yetkili birimlerce sertifikalandırılarak yapılan organik tarımda dünyanın geleceğinde de yine ülkemizin çalışkan çiftçileri olacak.

Toprak, su kaynakları ve havayı kirletmeden zararlı ve hastalıklardan arınmış insan ve hayvan gıdası üretmeyi amaçlayan bu tarım yöntemi için başka ülkelerde 'ekolojik' ya da 'biyolojik' gibi adlar kullanılıyorsa da, Türkiye'de Tarım Bakanlığı'nın öncülüğünde, 'organik' deyimi tercih ediliyor.

Bu yazı dizisinde tarımı kendilerine uğraş seçenlere ve tarımla uğraşmak isteyenlere organik tarıma giriş yöntemleri de dahil olmak üzere ilginç bilgiler ulaştırmayı planlıyoruz. Yine de her sorunun yanıtını vermemiz imkansız olduğu için sorularınızı faks veya e-mail adresimize bekliyoruz.

Hepimizin derdi aynı olmalı: Daha sağlıklı bir dünya...


Organik tarımı savunmamızın 6 NEDENİ

1- Toprak, su ve hava kalitemizi korumak

2- Doğal kaynaklar ve biyolojik çeşitlilik üzerindeki tehditleri azaltmak
3- Üreticinin ve tüketicinin sağlığını korumak
4- Tarımda tek tip üretim yerine ürünü çeşitlendirerek verimi artırmak
5- Yerel kültür ve doğa varlıklarını korumak
6- Üreten ve tüketen bireylerin çevre bilincine sahip olması için.

Çiftciyi kurtaracak MODEL

İleri Batı ülkelerinden gelen talebe bağlı olarak, tamamen doğal yöntemlerle İzmir'de 1970'li yıllarda başlayan ekolojik tarım üretimi, bugün 92 ayrı ürünü kapsıyor. Yıllık ihracat geliri ise 150 milyon dolar. Dünya, çevre ve insan sağlığını tehdit eden gübre, tarım ilacı ve hormon gibi faktörlerin önüne geçmek için her gün neredeyse yeni bir savaşa neden olurken, organik tarıma kurtarıcı olarak sarılmış durumda. Ülkemizde de 20 yıla yaklaşan bir süredir İzmir merkezli olarak büyük bir organik tarım hamlesi yaşanıyor.İnsanlarımız hormonlar ve bitki ilaçları ile birlikte yaşıyorlar. Organik tarımın en yaygın olarak kullanıldığı merkezimiz İzmir'de bu işin başını çekmekte olan İzmir İl Tarım Müdürü Muzaffer Ağar'la yaptığımız söyleşiyi sunarak başlıyoruz sözlerimize...


Organik tarım nedir?- Son 30 yılda ülkemizde ve dünyada tarımsal üretimde kullanılan ilaç ve gübre gibi kimyasalların olumsuz etkilerinin insan ve toplum sağlığı üzerindeki zararları artarak kendini hissettirmeye başlamıştır. Organik tarım, esas olarak sentetik kimyasal tarım ilaçları, hormonlar ve mineral gübrelerin kullanımını yasaklaması yanında, organik ve yeşil gübreleme, münavebe (dönüşüm), toprağın muhafazası, bitkinin direncini artırma, doğal düşmanlardan faydalanmayı tavsiye eden, bütün bu olanakların kapalı bir sistemde oluşturulmasını öneren alternatif bir üretim şeklidir.

Hem bitkisel hem de hayvansal üretimde organik tarım yapılıyor. Bize bunları sıralayabilir misiniz?- Bitkisel üretimde en temel ilke, toprağı yormadan kullanmaktır. Diğerlerini ise toprak verimliliğinin korunmasına ve artırılmasına yönelik çalışmalar, kimyasal gübre yerine organik gübre kullanımı, dayanıklı, sağlıklı tohum ve bitki çeşitlerinin seçimi, uygun ekim-dikim yöntemi, bitki korumada doğrudan kimyasal girdi kullanımı yerine ekolojik yöntem ve girdi kullanımı ile hasat, depolama, işleme ve paketleme faaliyetlerinin ekolojik yöntemler içinde yürütülmesi olarak sıralayabiliriz.

Hayvansal üretimdeki organik tarımın ilkelerini sayar mısınız?- Hayvansal üretimde nihai hedef, sağlıklı hayvan yetiştiriciliğidir. Bunu yaparken, uygun ahır koşullarının bulunması, organik yemlerden yararlanma, damızlık ve ırk seçiminde ekolojik uygunluk sayılabilir.

Ekolojik tarımın ülkemizdeki gelişiminin öyküsünü kısaca özetlemeniz mümkün mü?- Dünya ticaretinin başladığı 1970'li yıllarda Türkiye'nin geleneksel ihraç ürünlerinden kuru incir ve kuru üzüm ile Ege Bölgesi'nde gerçekleştirilmiştir. Daha sonra bu ürünlere kuru kayısı, fındık gibi ürünler de katılarak farklı bölgelerimize yayılmıştır.

Organik tarımda, ülkemizdeki son durum nedir?- 92 üründe, 12 bin 275 kadar üretici, 168 bin 306 ton ekolojik üretim yapmaktadır. Gümrük mevzuatındaki bazı problemler nedeniyle ekolojik tarım sektörünün dışsatım yoluyla ekonomiye katkısı net olarak bilinmemekle birlikte, yıllık 150 milyon dolar civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Akşam

Tuesday, June 14, 2005

Emeklilik projesi

Belli bir yaşa gelip de iş hayatından bunalanlar, çocukları yuvadan uçmaya hazırlananların kendi aralarındaki başlıca sohbet konularından biri 'Şöyle küçük bir Ege ya da Akdeniz sahil kasabasına yerleşmek'tir herhalde. Küçük, müstakil evin bahçesinde yetiştirilecek mevye-sebzelerden hamak keyfine kadar konuşma uzayıp gider metropollerin trafiği, gürültüsü ve hareketliliğinden uzakta havası güzel bir kasabada yaşama hayalleri... İsmail Erkoca ile Nurten Değirmenci bu emeklilik projesini hayata geçiren çiftlerden. Ancak onların hikayesi biraz daha farklı. Bir buçuk yıl önce Yalıkavak'taki Sandıma Köyü'nde evlerinin önüne astıkları bayrakla kendi cumhuriyetlerini ilan ettiler. Üstelik yeni hayatlarını tarihi Yalıkavak'tan öncelere dayanan ve terk edilmiş eski bir yerleşim yeri olan köydeki ev kalıntısını restore edip bir yaşam mekanı haline getirdiler. İstanbul'daki yaşamlarını geride bırakan çift bunun kararını önceden vermiş ama Sandıma'lı olması tamamen tesadüf. Makine mühendisi İsmail Erkoca, yıllarca gemilerde çalışıp dünyayı dolaştı, tersanelerde çalıştı. Şimdi ise son durağı olan bu köyde heykeltıraş oldu. Çocukluğunda kardan heykeller yaparken koşulların onu farklı yönlere ittiğini söyleyen Erkoca kurallar ve kalıplar altında ezilmeye başladığını hissettiğinde doğup büyüdüğü kentten ayrılmaya karar verdi: 'Köydü, metropol oldu. İstanbul'un her türlü keşmekeşini de doğasını da yaşadım. Onun için bana 'Git' deyince ben de ayrıldım. Ama sembolünü bahçe girişine astık. Köylülerin hediyesi olan bir boyunduruk. İstanbul'da boyunduruk altındaydık dedik. Nasıl diye sorulunca, eğrisiyle doğrusuyla diye cevapladık. Bu yüzden boyunduruğun bir tarafında eğri, diğer tarafından düz ağaç var.'

DarWin evrim teorisini bozduk diye bize kızdı

20 yıl muhasebeci olarak çalışan Değirmenci ise mesleğine resim sayesinde devam edebildi. Şimdi ise sohbet ettiğimiz ve eskiden ahır olarak kullanılan oda onun atölyesi. Ama kendini sadece tuval, taş ve pencere kapaklarıyla sınırlı tutmuyor zira her türlü objeden evdeki çeşitli aksesuvarlara ve hatta köpekleri Sandi'ye kadar her şeyi boyuyor özgürce. Zaten iç mekan düzenlemesi ve buradaki yaşamlarına renk katmak onun sorumluluğunda. 1999'da Antalya'da başlayan seyahatleri onları Bodrum yarımadasına, buradan da methini duydukları Sandıma Köyü'ne getirdi. Eski evlerin satılık olduğunu öğrenince köy meydanındaki en büyük yapıya talip oldular. Önünde çeşme olmasının yanı sıra sanat atölyeleri için geniş mekanlara ihtiyaç duymaları yüzünden şimdiki yuvalarını seçtiler. 16 ay süren restorasyon sonrası kalıntılardan bir ev inşa ettiler birlikte. Erkoca bu hummalı çalışma yüzünden Darwin ile aralarının bozulduğunu söylüyor. 'Şubat ayında karşımıza ilk çıkan, göbeği pembemsi geniş yapraklı bir papatyaydı. 'Ne işin var burada? Üşürsün burada, bizim bahçeye gel' dedik. Ve ondan sonra karşımıza çıkan tüm çiçeklerle sözleşme yaptık. Her türlü işi ikimiz yaptık. Altı ay sonra maymun gibi uzadı kollarımız, bir yıl sonraysa şempanze gibi olduk. Böyle olunca Darwin ile aramız bozuldu. 'Sizin yüzünüzden teorim altüst oldu. Ben maymundan insana evrimleştirmiştim' diye kızdı bize.'

Çiftin yabani hayvanların yanı sıra yerli, yabancı pek çok misafiri oluyor. Erkoca bazı turistlerin 'Kilise var mı köyde' sorusuna verdiği 'Seneye gelin sizin için bir tane inşa edeceğim' cevabından yola çıkarak bir proje geliştirdi: 'Aklıma Beş Pencereler diye bir konu geldi. Beş din seçtim: Müslümanlık, Hıristiyanlık, Musevilik ve Budizm. Beşincisi ise küçücük bir nokta. Pencereleri açınca karşınıza o dinlerle ilgili semboller çıkıyor. Sonuncusunda ise yine bir nokta ama boşluk var. Kapağın arkasında ise dünya, ay ve soru işareti var. Herkes bunu kendine göre yorumlayabilir. Açık kapı nereye giderseniz gidin.'

Burada siyah beyaza yer yok

Bir labirenti andıran evin üç avlusu var. Bahçe girişinde Art Cafe ve Sandıma yazılı bir kapı karşılıyor sizi. Derken kafenin olduğu bölüme geliyorsunuz. İlk bina Değirmenci'nin resimlerini yaptığı atölye. Yandaki Beş Pencereler'in bulunduğu bir geçitle iç avluya geliyorsunuz. Bir tarafta köpeklerin odası, diğer tarafta ise sergi salonu var. Burada Değirmenci'nin resimleriyle Erkoca'nın heykelleri sergileniyor. Değirmenci'nin elinin değdiği yerlerde siyah-beyaz yok. Onun renklerle hayat verdiği her objenin ve mekanın hikayesini masalsı bir dille anlatmak ise Erkoca'ya düşüyor. Mutfağın yanından merdivenlerle yukarı çıkıyoruz. Burası şark köşesi. Duvarlarda Değirmenci'nin Anadolu'nun çeşitli illerinde kadınların başörtü bağlama modellerini resmettiği tablolar asılı. Tuvalette bile her şey giydirilmiş, süslenmiş adeta. Yandaki odadan ise bir başka bahçeye geçiliyor. Küçük merdivenlernle çıkılıan damın bir köşesinde sandalyeler var. Burada bir şeyler içip Yalıkavak'ın meşhur günbatımını izleyebiliyorsunuz.

Sandima mı Sanrima mı?

İsmail Erkoca köyü terk etmeyen 78 yaşındaki çoban Osman'ın anlattıklarını misafirleriyle sohbetleri ve araştırmalarıyla köy hakkında topladığı bilgileri bizimle paylaşıyor: '1965'te köy sakinleri aşağıya yani merkeze inmiş. Başka bir rivayete göreyse köy halkı veba salgını nedeniyle göç etmiş. 1800'lere kadar gidildiğinde buradaki mezarlardan nüfusun ağırlıklı olarak Müslümanlardan oluştuğu söylenebilir.
15'inci Şeyhülislam burada doğmuş. Aşağıdaki sarnıcı annesinin ölümünün ardından yaptırtmış. Türk Müslüman köyünde Rumlar da yaşıyormuş. Zaten buradaki taş evler onların eseri. Ahırlı, iki katlı, duvara gömme banyolu ve şömine-ocaklı evler yaşam şekilleri nedeniyle de Türk mimarisini anımsatıyor. Sandıma'nın ne anlama geldiğine gelince... Sandima Yunanca güzel bir yer demekmiş. Musevi bir misafirim ise orijinalinin Sanrima olduğunu, bu kelimenin de İbranice kutsal köy anlamına geldiğini söyledi. Köyde anlatılan bir hikayeye göre burayı soymaya gelen korsanlardan biri umduğunu bulamayınca 'Bende bir şey sandım ama' deyince adı sandım-a kalmış.

Monday, June 13, 2005

Hangi şartlar altında kırsal kesimde çalışırdınız?

Bu anket Hurriyet insan kaynakları tarafından düzenlenmiş. www.yenibir.com’ da anketi görebilirsiniz. Sosyal imkana bakış o kadar farklı olamaz bence. Örneğin ev temel ihtiyaçtır. Burada yanlış kriterler koymuşlar. Benim sosyal ihtiyaçtan anladığım insanın sosyalleşmesine yardımcı olan ortamların olması. (Sinema, tiyatro gibi.) Bunlarıda kırsalda biraz zor bulursun.

Hangi şartlar altında kırsal kesimde çalışırdınız?
Çok iyi bir ücret paketine Oy Sayısı: 445 % 52.4
Haftada üç gün tatil olursa Oy Sayısı: 35 % 4.1
Ailemin geleceği garantiye alınırsa Oy Sayısı: 109 % 12.8
Sosyal imkanlar iyi olursa Oy Sayısı: 169 % 19.9
Şartım yok, giderim Oy Sayısı: 91 % 10.7
Toplam Oy Sayısı: 849


Siz ne diyorsunuz?

Thursday, June 09, 2005

SARIBELEN, TAŞ EV, ATLAR İÇİN AHIR, ERKAN MUMCU VE KEYİFLİ BİR FUAR

Az önce baktım da şaşırdım.

Son yazımı yazalı neredeyse bir ay olmuş.

İşlerin yoğunluğundan “köşe ahkamcılığımı” unutmuşum.

Benimkisi tatlı yoğunluk. Uyku yorgunluğumu öğlenlere kadar sürdürdüğümü herkes bilir. Sizde biliyorsunuz artık, öğlenden sonraları köye çıkma işi de eklendi yarım günlük çalışma saatlerime.

Köye çıkmaya açıklık getireyim.

Biliyorsunuz bizim belediye başkanına kızıp, Kalkan’dan hicrete karar vermiştim. Size de ayrıntıları anlatacağım diye söz vermiştim.

Ve Kalkan’ın yükseğinde eski adı Sidek, (Rumca yüzeyden çıkan su anlamına geliyormuş) yeni adı Sarıbelen olan köye taşınmaya başladık usuldan.

Atölyeyi taşıdık, eski bir taş ev arar olduk. ( buldukta atları bağlayacak ahırlı bir taş ev aramaktayız)
Sarıbelen Kalkan’ yaklaşık 10 km yüksekte şirin bir köy. Ormanın içerisinde, minik bir ovası da bulunan geniş bir araziye yayılmış, 1500 nufuslu, bilindik Akdeniz şirini bir köy.

Köy merkezi denilen yerde yan yana toplam yapı sayısı 15 i geçmiyor.

Bu nedenle ıssız gibi görünen ama büyük bir köy.

Eski bir Rum köyü olduğu söyleniyor.

Köylülerin çoğu yakındaki Yeşilköy’e yada Ova’ya yerleşip seracılıkla uğraşmak zorunda kalmışlar.(geçim sıkıntısından) Bu yüzden evlerin çoğu insansız şu sıralar. Ama bizim “Sanatta yaşayan tarih Liycia “ projesinden oldukça etkilendiler Sarıbelen'liler. Gerçekten çok yardımcı oluyorlar her konuda.

Daha 2 ay bile olmadan 15 kadar genç Sarıbelen’li, bizim atölyede kurs görüp çalışmaya başladı. Sanırım birkaç ay içerisinde tüm üretimi Sarıbelen’e taşıyıp sanat kurslarını çeşitlendirmeye başlayacağız.

Şimdiden bir kenara atılmış eski kilim tezgahlarını çıkartıp, unutmaya başladıkları desenleri hatırlamaya başladılar bile. Bizde üretecekleri kilimler için pazar araştırmasına ve gerekli donatıları bulmalarına yardımcı olmaya çalışıyoruz.

Ayrıca evlerinde eski usul zeytinyağı ve sabun üretmeleri için teşvik ediyoruz. Bu sezon tüm “Mosaicci”’ lerde satışa yetiştirecekler sanırım. Biz çok güzel şişeler yaptırttık bile.

Bir yandan da, köydeki eski taş evlerin restore edilmesi için sahipleri ile toplantılar yapmaya başladık. Amacımız eski taş evlerin korunarak restore edilmesini ve turizm amaçlı kullanılmasını sağlamak. Bu çabamıza ilişkin çalışmalarımız sonuç verdi ve İngiltere’den bir arkadaşımız dün Kalkan’a geldi. Yarın köye gidip gerekli çalışmaları yapacak.

Öte yandan başka bir gurup arkadaşımız (Kaş SUN CAFE elemanları) köyde bizden önce ekolojik tarım için modern bir sera kurup işe girişmişler zaten.

El birliği ile bu güzel doğa parçasını, betonlaşmaktan kurtarabilirsek, " ne mutlu Sarıbelenli’yiz" diyeceğiz.
Daha öncede yazmıştım. Bu yörede Ankara’dan bir takım adamlar gelip 2b denilen (orman vasfını yitirmiş ) arazileri çok ucuza kapatmaya çalışıyorlar. 500 dönüm kadar arazinin sahibi köylüyü de kandırmayı başarmışlar.

Söylentiye göre Turizm Bakanı Erkan Mumcu da bu operasyonun ortağı imiş.(yada arazi toplayanlar köylüyü böyle kandırıyor)

Daha önceki yazılarımda bunu sayın bakana sormuştum ama yanıt gelmedi. Böyle bir şeyin gerçek olabileceğine inanmak istemiyorum, ama sorular yanıtsız kalınca, söylentiler insanın moralini bozuyor.
Neyse sonuç olarak Sarıbelen köyüne (sivri sinek bile yok) hicretimizin olabildiğince özeti bu.

İnşallah bir gün Sarıbelen’de Kalkan gibi, beton parkeden yapılmış caddelerinde beton kamyonlarının, zeytinlikleri içerisinde sayısız iş makinalarının ve gözlerini para hırsı bürümüş at sineklerinin kaynaştığı bir yere dönüşmez. Bu günkü gibi, sakin huzurlu ve çamların serin gölgesinde dolaşılabilecek ve yaşanacak bir yer olarak kalabilir.

Huzur deyince aklıma geldi, geçen hafta İstanbul’daydım yine. Bir hafta konakladım.
Özlenilesi sevdiklerimi görmem hoştu, hasretleri zımparaladık.
Ama trafik, kirli hava, kötüye alışmış ve kanıksamış İstanbul’lular için güzel bir girişimin farkına vardım.

Yanılmıyorsam 19-23 mayıs tarihleri arasında çok hoşunuza gidecek bir fuar organize ediliyor.
Adı, "Keyifli İş ve yaşam Fuarı." Kent yorgunu insanlara çok iyi gelebilecek bir organizasyon. Beylik düzünde.
Yolu belki yorucu ama gitmenize değer diye düşünüyorum.

İçeriğinin adı üstünde, keyifli işler yaparak yaşamını sürdürmeyi başarmış sektörlerin hem tüketicilerini, hem de birbirleri ile buluşturma amacında bir fuar.

Tüm doğa sporları, ekolojik tarımla uğraşanlar, sanat kursları, sanatsal vakıf ve dernekler, bahçe, kendin yap sektörü ve sektörün firmaları gibi, çok keyifli konuların sektör temsilcilerini buluşturan bir girişim.
Eğer çok geç haberim olmasaydı, Mosaicci ailesi kesin katılırdı. Ama gelecek seneye kesin katılacağız.
Ne yapın edin mutlaka ziyaret edin. Beğeneceğinizden eminim. (valla billa organizasyonla herhangi bir ortaklığım yok)

Gene yazıyı uzatıp kantarın topuzunu, kefesine karıştırdım, kaçırdım.
Ama birazda siz arandınız. Neydi o mailler. “Hastamısın yazmıyorsun, kanarya adalarına mı gittin, belediye başkanı bilgisayarınımı kırdı,” ( biride kovuldunmu die sormuş) şeklinde şirin sorulardan biraz kadaif oldum galiba.

Söyleyim çok pis şimaririm.

Sevgi ve kolaylıklarla kalın.

Cuma hikmet 11mayıs2004 KALKAN (taş ev buluncaya kadar, at ahırı olan)

Tuesday, June 07, 2005

Avrupa'nın en geniş katılımlı girişimcilik yarışması “Eurowards” Türkiye'de


Avrupa'daki girişimcilerin her yıl heyecanla beklediği 'Eurowards' yarışmasına bu yıl Türkiye de katılıyor. 1991 yılından beri Avrupa Parlamentosu himayesinde düzenlenen 'Eurowards' girişimcilik yarışması, bu alanda Avrupa'nın en önemli yarışması olarak kabul ediliyor. Yarışma, 2000 yılından itibaren hem Avrupa Komisyonu hem de Avrupa Parlamentosu tarafından resmen destekleniyor. 2004'te, otuzu aşkın Avrupa ülkesinin katılımıyla gerçekleşen etkinliğe, bireylerden Avrupa çapında büyümeyi hedefleyen girişimcilere kadar herkes katılabiliyor. Eurowards Türkiye'ye en geç 31 Ağustos 2005'e kadar başvurulabiliyor.

Girişimcilik yarışması, fikir, kuruluş, başlangıç ve gelişim kategorilerinde yapılıyor. Yarışma öncelikle ulusal düzeyde değerlendiriliyor. Ardından, her ülkenin kategori birincileri yarışmaya devam etmek üzere Eurowards Avrupa'ya gönderiliyor.

Yarışmaya katılan projeler; iş adamları, resmi kuruluşlar ve sponsor firmaların temsilcilerinden oluşan seçim komitesince girişim fikrinin orijinalliği, yapılabilirliği, sunumu ve Avrupa perspektifi kriterleri üzerinden değerlendiriliyor. Kazananlar, toplam 50 bin Euro değerinde ödüllerin yanında, Avrupa'nın tanınmış yatırımcılarıyla girişimcileri bir araya getiren 'Gate 2 Growth' organizasyonuna ücretsiz katılma hakkını kazanıyor.

Bir girişimcilik platformu olmayı hedefleyen Eurowards Türkiye'nin ödül töreni Ekim 2005'te İstanbul'da gerçekleştirilecek. Eurowards Avrupa ödül töreni ise Kasım 2005'te yapılacak ve aralarında Türkiye birincilerinin de bulunduğu Türkiye Delegasyonu da bu törende yerini alacak.

Avrupa'nın en büyük ve AB tarafından desteklenen tek girişimcilik yarışması olan Eurowards Avrupa'ya; Almanya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan'dan girişimciler katılıyor. Eurowards Türkiye

Girişimcilik Yarışması ile ilgili ayrıntılı bilgi için:
www.eurowardsturkiye.com

71 yaşında bir “deli kız”


Fethiye’nin Şükran teyzesi, 71 yaşında ve kendini “200 yıllık İstanbullu” olarak tanıtıyor. “İstanbul’un İstanbul olduğu zamanlardı” dediği çocukluk yıllarını takiben dönemin şartlarına göre çok iyi bir eğitim alır ve Güzel Sanatlar Akademisi’ne girer. Devrin ünlü ressamlarından dersler alır. Akademiden mezun olduktan sonra ailesinin “sanattan para kazanılmaz” telkiniyle memuriyete başlar. Çocukluğunun Erenköy’ünün gittikçe bozulduğunu görünce İstanbul’dan kaçmaya karar verir: “İstanbul 30 yıl öncesinden bozulmaya başlamıştı” diyor Şükran Akannaç: “200 yıllık İstanbullu bir ailenin kızıydım; fakat sokağa çıktığımda hiç kimseyle selamlaşmadan eve dönmeye başlamıştım. Artık İstanbul benim İstanbul’um olmaktan çıkmıştı”.

İstanbul’da sergiler açar, söz yazarlığı yapar. Tanju Okan’a altın plak kazandıran şarkısını verir. Fakat İstanbul’da bir şeyler ters gitmektedir. Çözüm arayışına girerek önce Karayolları Genel Müdürlüğü’ndeki teknik ressamlık görevini Bursa’da sürdürmeye karar verir. Resim çalışmalarına Bursa’nın tenha bir semtinde devam eder. 1998’de Fethiyeli akrabalarının izini sürmek için tatil planlarına güneyin bu sakin beldesini de katar. İki haftalığına geldiği Fethiye’de kalır ve bir daha da geri dönmez.

Dedesi Fethiyelidir. Hiç görmediği akrabalarını arar bulur ve hayatı yeniden tanır; “İnsanlar beni ilk kez görüyorlardı. İstanbul’da kaybettiğim samimiyeti, dostluğu burada bulmuştum.” Fethiye’nin Şükran teyzesi hayatının “üçüncü baharını” yaşıyor bugün. İlerleyen yaşına rağmen inanılmaz bir dinamizmle resim kursları düzenliyor, seramik eğitimi veriyor. Kırmızı, sarı, beyaz begovillerle dolu bahçesinde hayat deneyimini genç nesillere aktarıyor. Yazdığı şiir kitabı belediye tarafından yayınlanır. Şehrin içindeki kötü görünümlü elektrik trafolarını öğrencileriyle birlikte boyar, okulların istinat duvarlarına resimler yapar.

Bir fincan kahve için İstanbul’a gittim
Önce İstanbul’dan, sonra Bursa’dan kaçışını “emeklilik dolayısıyla hayattan çekilme” olarak tanımlamıyor: “Zaman zaman düşünüyorum. Ben hasta ve yaşlı olduğum için mi buraya yerleştim, yoksa burası benim yaşamak istediğim yer mi diye? Bedenim mi bana hükmediyor yoksa beynim mi diye bir test yaptım. Kahve içmek için İstanbul’a gitmeye karar verdim. Akşam otobüse binip sabah Harem’e indim. Vapurla Eminönü’ne geçerek Mısır Çarşısı’nı dolaştım. Şark Kahvesi’nde kahve içtim. Oradakilere sadece kahve içmek için İstanbul’a geldiğimi söyleyince bana ‘deli’ muamelesi yaptılar. Sonra Cağaloğlu ve Sahaflar’ı dolaştım. Beyazıt Meydanı’nda çay içip aynı günün akşamı Fethiye’ye geri döndüm. Gördüm ki bedenim beynime değil, beynim bedenime hakim.”

Şükran teyze kendini sınarken Fethiye karışır. Elinde palet ve fırçaları sokaklarda resim yapan Şükran teyzenin ortadan kaybolması ile panikleyen komşuları ve öğrencileri tüm şehri dolaşıp hocalarını arar. Otobüs şirketinden İstanbul’a gittiğini ve ertesi gün döneceğini öğrenen Fethiyeliler ellerinde çiçeklerle garajda bekler. Şükran teyze, “İşte bunu İstanbul’da bulamazdım” diye açıklıyor, doğup büyüdüğü şehri terk etme gerekçesini.

50 yıl domates yememişim
“Ankara’da harcadığım bir ömre yanıyorum” diyerek başlıyor hikayesini anlatmaya 30 yıllık mimar Ahmet Çelikbaş. Diğerlerinden bir farkı yok: İyi bir eğitim, lüks semtte ofis, başarılı bir kariyer. O da “prestijli bir iş, bol para” idealine kendini kaptırmış, bütün gücüyle çalışmış yıllarca. Balgat’taki mimarlık ofisinde gecelemiş, şantiyelerde sabahlamış. Ailesini günlerce görememiş. Öğretmen eşinin “Bizim hayatımız bu olmamalı” ısrarlarına dayanamayarak, biraz tereddüt etse de, Fethiye’ye yerleşmiş.

Çelikbaş ailesinin endişeleri, eşyalarını taşıyan kamyonun yeni evlerinin bulunduğu sokağa girmesiyle tamamen kaybolur. Eşyalar indirilirken komşuları hem mangal yakar hem de çay demler: “Hiç tanımadıkları insanlara yardım ediyorlardı. Bu bana Ankara’nın puslu havasında kaybettiğim değerleri hatırlattı. Tam bir hafta evimizde yemek pişmedi.” Ankara’daki ofisini “game over” deyip kapatan Ahmet Çelikbaş, Fethiye’de dinamik bir ortamla karşılaşır. Temiz hava ve dostluklar onun iş hayatına da yansır. “Yirmili yaşların enerjisine sahip oldum. Ankara’daki verimimi üçe katladım. Orijinal ve özgün projelere imza attım. Şimdi iş yetiştiremiyorum” diyen Ahmet Çelikbaş, arta kalan zamanını çok sevdiği resim sanatına ayırır.
Ankara’dan ayrılırken, “Burası küçük yer. Kimse sanata önem vermez” diye düşünmüştür. Karşılaştığı manzara onu tekzip eder; “Dünyanın dört bir yanında resim sergileri açtım; fakat tamamının satıldığı tek yer burası.” Eskiden görmedikleri birçok şeyi yeniden keşfederler. Ankara’da 132 daireli bir sitede oturduğu halde topu topu beş komşusuyla ancak tanışabilmiştir. Hayat kurulu bir makine düzeni içinde geçmektedir onlar için. Komşuluk, dostluk, arkadaşlık gibi duyguları tekrar yaşayan çift, bahçede domates yetiştirmek, biber, salatalık üretmek gibi ‘iş’leri de öğrenir.

Ankara’da herhangi birisi, Fethiye’de Ahmet bey
“Yıllarca meyve yememişim” diyen Çelikbaş, “Eğer birileri şu yaşadıklarımı bana 25 yaşımda söylese ya da gösterseydi 25 yıl önce çeker gelirdim. Ankara’da herhangi birisiydim, burada Ahmet beyim ve birileri için bir anlam ifade ediyorum” şeklinde konuşuyor. Büyük şehirde ısrar edenlere bir uyarı da yapıyor: “Hiç endişe etmeyin. Buralarda her şey var. Üstelik büyük şehirlerin sıkıntıları da yok.”
Büyük şehirlerde yaşayıp yıllarca emek verdikleri kariyerlerini, sosyal statülerini bırakıp köylere ya da kasabalara yerleşerek yeni bir hayatı keşfedenlerin hikayeleri bunlarla sınırlı değil elbet. Öyküler, süreçler farklı olabilir. Ama hepsinin hemfikir olduğu bir şey var: “Keşke bu cesareti yirmili yaşlarda gösterebilseydik”

Monday, June 06, 2005

Yerleşenlerin Hikayeleri

Artık Bodrum’a bile inmiyorum
Gece Fethiye istikametinden Bodrum’a ulaştığınızda şoke eden bir manzara karşılar sizi. Saat çoktan gece yarısını gösterdiği halde yoğun bir trafik vardır sokaklarda. Her yerden müzik sesleri yükselir, modifiye edilmiş araçlar zikzak çizer. Bodrum limanı ve çevresi Mahmutpaşa’daki bayram alışverişi manzarasından farklı değildir. İnsanlar tatil yapmak, şehir stresinden uzaklaşmak için gelmişlerdir; ama Bodrum bile çoktan “kaçılası” bir yer olup çıkmıştır. Yanılmadığımızı ertesi gün görüyoruz. Büyük şehiri ve kariyerini geride bırakan eski manken Merve İldeniz, Bodrum’dan da kaçıp ulaşımı zor bir yere yerleşmiş.

Bir dönem ismi gündemden hiç düşmeyen mankenlerden biriydi Merve İldeniz. Uluslararası arenada da kendine yer bulmuştu. Kariyerinin zirvesindeyken 1999 yılında her şeyini bırakıp ortadan kayboldu ve kendisinden aylar sonra haber alındı. Merve İldeniz, doğup büyüdüğü Nişantaşı’nı, genç yaşta adım attığı ve 15 yıl hizmet ettiği mankenlik camiasını geride bırakıp gitmişti. İki buçuk yaşındaki kızı Leyla ile Bodrum yakınlarında, Bitez’de, çeşit çeşit bitki ve ağacın süslediği bahçesinde kedi ve köpeklerin oynaştığı bir evde yaşıyor. “Artık Bodrum’a bile inmiyorum” diyor Merve İldeniz. Günlerini bahçeyle ve küçük kızıyla ilgilenerek geçiriyor. Ne toprakla dolmuş tırnaklarına ne de aklar düşmüş saçlarına aldırıyor.

Tabiatı tanıyarak kariyer yapmak
Merve İldeniz’deki değişim, sadece yaşadığı şehri değiştirmekten ibaret değil. Artık hayata bakışını, yaşam tarzını değiştirmiş. Hayattaki en büyük önceliği, “kızını yetiştirmek ve yeni dünyalar keşfetmek” olmuş: “Kariyerden ne anladığınız çok önemli. Parlak bir CV ve herkesin gözü önünde bir yaşam tarzı mı, yoksa çocuğuna vakit ayırıp yaşamı yeniden keşfetmek mi? Ben yine kariyer yapıyorum ama kendimi, çocuğumu ve doğayı tanıma kariyeri.” Çiçek açan bir ağacı ya da meyve veren bir sebzeyi ilk kez 21 yaşında gördüğünden, yeni hayatındaki her şey onu fazlasıyla heyecanlandırmış. Eline kazma kürek alıp bahçesini ağaçlandırmış. “Cennetin ortasında yaşıyorum” diyor Bitez’deki evini anlatırken.

‘Kadının meta olarak görülmesine, başkaları için giyinip vücudunu sergilemesi’ne daha fazla dayanamadığını söylüyor. Yılda bir ya da iki kez İstanbul’a geliyor; o da ailesi için özel anlam ifade eden günlerde. Eşi Serdar Önal, İstanbul’daki işleri nedeniyle ayda birkaç kez gelebiliyor Bitez’e. Çocuğunu Bitez’deki köy okulunda okutmayı düşünen Merve, ‘küçük kedim’ dediği kızına televizyon izletmiyor, yalnızca faydalı bulduğu CD’leri izlemesine müsaade ediyor. Bundan sonraki hedefi, bir dağ köyünde satın aldığı 22 dönümlük arazide kendine yeni bir hayat kurmak. İçinde atların, eşeklerin olacağı bir çiftlik kurmayı planlayan Merve İldeniz, hiçbir şekilde büyük şehirlere dönmeyeceğini, hayatını böyle yaşamaktan çok memnun olduğunu söylüyor.

Müdürlükten ırgatlığa sıra dışı bir ressam
“Benimkisi biraz da mistik bir hikaye” diyerek anlatmaya başlıyor hayat hikayesini, Kütahya’nın Frig Vadisi’ndeki 300 nüfuslu Fındık köyüne yerleşmiş eski turizmci Suzan Boshman. “Anlamını yıllar sonra çözeceğim bir rüya görmüştüm. Eski bir otobüste, kucağımda kızım, yolculuk yapıyoruz. Frig Vadisi’nden geçerken bu köyü görüyorum. Kime ait olduğunu hatırlayamadığım bir ses ‘Kızınla birlikte bin metrede yaşayacaksın ve çok misafirin olacak’ diyor. Tabii, rüyadan pek bir şey anlamamıştım. Yıllar sonra trenle buradan geçerken rüyamdaki evi gördüm. O köy bu köydü ve tepedeki ev de o evdi. Daha sonra gelip burayı satın aldık; ama hemen gelip yerleşmedik. Yıllarca Antalya’dan, İstanbul’dan gelip gittik” şeklinde özetliyor, Almanya’da başlayıp Antalya ve İstanbul’da sürdürdüğü iş yaşamını bırakıp bu küçük köye yerleşmesine vesile olan olayı.

Suzan Boshman, Almanya’da doğmuştur ve Türkçe’yi 15 yaşından sonra geldiği Türkiye’de öğrenir. Alman olan babası gibi sanata meraklıdır. Ancak, Almanya’da da “sanat karın doyurmaz” anlayışı hakimdir ve yapacak bir işi olması için İngiliz filolojisi okur. Üç dili iyi konuşabildiği için uzun yıllar turizm sektöründe çalışır. Bir yandan da resimler yapar. Antalya Tanıtım Vakfı Müdürlüğü gibi etkili turizm şirketleri ya da Alcatel gibi uluslararası firmalarda çalıştığından sanata çok vakit ayıramaz. Antalya, İzmir, İstanbul derken gördüğü rüyadaki evi satın alır ve hafta sonları bu köye gelmeye başlar.

Bir gün kararını verir ve “hayata yeni bir başlangıç yapmalıyım” diyerek tüm işleriyle ilişkisini kesip 1999 yılında Fındık köyüne yerleşir. “Şimdi, bu kadar cesur olur muydum bilmiyorum; ama hiç kolay bir şey değildi. Kucağımda bir çocukla tek başıma ilk kez köy hayatıyla tanışacaktım. Benimkisi bir kaçış değil, yeniden başlangıçtı. Motorcu bir arkadaşım eve geldiği zaman kolundaki saat bin metreyi gösteriyordu. Demek ki bu bir mesajdı” diye anlatıyor, karar verdiği günleri... Satın aldığı ev eskidir, su ve elektrik tertibatı yoktur. Hepsiyle tek başına ilgilenir. Evini, yaptığı resimleri sergileyecek bir galeri şeklinde tasarlar. Köylüler, başta oldukça tuhaf bulur ‘farklı komşuları’nı. Sonra aralarında büyük dostluklar oluşur.

Thursday, June 02, 2005

Anladım

Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını,kendimi bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..
Yüreğinde aşk olmadan geçen hergün kayıpmış,
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım..
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hakedermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terkettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..
Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..
Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..
Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni afetmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...

Can Yücel

Wednesday, June 01, 2005

Plaza İnsanları

1. Bunlar ozellikle Maslak, Etiler ve Gayrettepe civarindaki plazalarda calisan insanlardir . Is cikisinda buralardan geciyor olursaniz temiz pak,takim ya da abiye elbiseler icersinde yakisikli erkekler, guzel bayanlar, yani toplamda cilgin gencler gorursunuz.

2. Labirentte oldugunu bilmeyen labirent fareleridir onlar.

3. Servisle gelip servisle giderler. tower denilen binanin katlari arasinda bidir bidir dolanip çay kahve ve sigara tüketirler.

4. Tasidiklari en belirgin semptom, tatil arzusudur.

5. Bayan olanlari network, fabrika, altinyildiz, carsi, ipekyol, mudo gibi magazalarin varlik sebebidir.

6. Ayni zamanda e-mail zincirlerinin sadik "forward" halkalaridir.

7. Cogu zaman tamamen iki ayri kisilik gelistirmis fanilerdir. İcten olunmayan, ama distan öyleymis gibi gözüken.

8. Ana kapidan giriste manyetik kartlarini turnikedeki sensörlere okutmak zorundadir. giris ve çikislarda cantalari x isini taramasina tabi tutulur. Manyetik kimlik kartlarini görünür bir sekilde tasimak durumundadirlar, bazen kolye gibi boyunlarina asarlar.

9. Güvenlik görevlileri hepsine süpheyle yaklasir, potansiyel suikastçi muamelesi görürler.

10. Sabahlari, henüz uykusu açilmamis resepsiyonistlerin ve asik suratli güvenlik görevlilerinin önünden geçerek kendilerini güvenli (!!!) binalarin koyu renk camlarla gün isigindan ayrilmis bedenlerine teslim eden ve zaman zaman o camlardan disariya baktiginda metrelerce asagida yagmurun camurun arasinda dura kalka ilerleyen trafigin, ufka kadar uzanan gri renkli binalarin, sokaklarin, egri bügrü evlerle dolu yokuslarin camuru andiran curcunasini görerek gerçek zamanin disinda yasayan, yasatilan(!!) insan kitlesidir, sosyolojik olgudur.

11. Bütün müdürler aslinda yeteneksiz, bütün isler içsel bir kumpas hikayesidir nedense.

12. Plazada yasamak kasabada yasamak gibidir. Plazada yasam ; koca memeli sekreterlerin diyet krakerlerini kemirirken yaptigi dedikodularin konusu olmak, satistaki güzel bacakli buket hanima (ki kendisi tanga buket olarak bilinir) ya da ayni ekibin yöneticisi solaryum ve fitness burak beye asik olarak ELLI hafta boyunca iki haftalik tatili planlayarak bir hafta kala çocuk gibi sevinçli bütün plazaya kendini duyurmak zorunda hissetmek, insan kaynaklarindan nefret ederken ticket'larin hiçbir ögle yemegi masrafina yetmemesi, 1 saatlik azad süresince avluya hava almaya salinan mahkumlar gibi ince ince siralar halinde çikilan ögle tatillerinde zamanin bir anda uçup gitmesi, sabahlari simit, çatal ve poset çaydan olusan fiks menünün sıkıcılığı, internet'ten gazete okumak, aksam servislerindeki zoraki konusmalar, pegueot minibüslerinin pancar motoru andiran homurtusu demektir.

13. Asansörde tavanda hiç varolmamis bir lekeye bakmalar, dolu tuvalet fobileri, sivi sabunun kötü kokusu, hali üzerindeki sallama çay lekeleri, sanki hiç sulanmadan, sevilmeden yasayabilirmis gibi görünen plastik renkli bitkiler, plazadaki yasama ait seylerdir.

14. Beyaz flouresan isiklari, servis saatinden sonraki sessizlikler, geceleri sagdan soldan gelen tuhaf tikirtilar, vampir modunda yasayan gece çalisanlari ve onlarin yorgun yüzlerine ilistirilmis kanli gözlerdir, plazadaki yasamin gercekleri.

15. Sıkıcı toplantilar, küçük kübik masa yerlesimlerinde kurulan dünyalar, mantar panolardaki hiç bakilmayan fotograflar, birbirine benzer bes para etmez palavra özlü sözler, hep kaybolan kalemler, burusmus post-it'ler, plazadaki yasamin aksesuarlaridir.

16. Bir baska yasam hayalleri, asik olmayi unutmak, aglamayi unutmak, o plastik ruhlu bitkiler gibi olmak ve olmazsa olmaz "herseyi birakip çekip gitmek" hayali ... Hersey simdi yazilsa plaza insanlari, maslov'un ihtiyaçlarin hiyerarsisinde nerede yer alirdi acaba ?