Tuesday, June 07, 2005

71 yaşında bir “deli kız”


Fethiye’nin Şükran teyzesi, 71 yaşında ve kendini “200 yıllık İstanbullu” olarak tanıtıyor. “İstanbul’un İstanbul olduğu zamanlardı” dediği çocukluk yıllarını takiben dönemin şartlarına göre çok iyi bir eğitim alır ve Güzel Sanatlar Akademisi’ne girer. Devrin ünlü ressamlarından dersler alır. Akademiden mezun olduktan sonra ailesinin “sanattan para kazanılmaz” telkiniyle memuriyete başlar. Çocukluğunun Erenköy’ünün gittikçe bozulduğunu görünce İstanbul’dan kaçmaya karar verir: “İstanbul 30 yıl öncesinden bozulmaya başlamıştı” diyor Şükran Akannaç: “200 yıllık İstanbullu bir ailenin kızıydım; fakat sokağa çıktığımda hiç kimseyle selamlaşmadan eve dönmeye başlamıştım. Artık İstanbul benim İstanbul’um olmaktan çıkmıştı”.

İstanbul’da sergiler açar, söz yazarlığı yapar. Tanju Okan’a altın plak kazandıran şarkısını verir. Fakat İstanbul’da bir şeyler ters gitmektedir. Çözüm arayışına girerek önce Karayolları Genel Müdürlüğü’ndeki teknik ressamlık görevini Bursa’da sürdürmeye karar verir. Resim çalışmalarına Bursa’nın tenha bir semtinde devam eder. 1998’de Fethiyeli akrabalarının izini sürmek için tatil planlarına güneyin bu sakin beldesini de katar. İki haftalığına geldiği Fethiye’de kalır ve bir daha da geri dönmez.

Dedesi Fethiyelidir. Hiç görmediği akrabalarını arar bulur ve hayatı yeniden tanır; “İnsanlar beni ilk kez görüyorlardı. İstanbul’da kaybettiğim samimiyeti, dostluğu burada bulmuştum.” Fethiye’nin Şükran teyzesi hayatının “üçüncü baharını” yaşıyor bugün. İlerleyen yaşına rağmen inanılmaz bir dinamizmle resim kursları düzenliyor, seramik eğitimi veriyor. Kırmızı, sarı, beyaz begovillerle dolu bahçesinde hayat deneyimini genç nesillere aktarıyor. Yazdığı şiir kitabı belediye tarafından yayınlanır. Şehrin içindeki kötü görünümlü elektrik trafolarını öğrencileriyle birlikte boyar, okulların istinat duvarlarına resimler yapar.

Bir fincan kahve için İstanbul’a gittim
Önce İstanbul’dan, sonra Bursa’dan kaçışını “emeklilik dolayısıyla hayattan çekilme” olarak tanımlamıyor: “Zaman zaman düşünüyorum. Ben hasta ve yaşlı olduğum için mi buraya yerleştim, yoksa burası benim yaşamak istediğim yer mi diye? Bedenim mi bana hükmediyor yoksa beynim mi diye bir test yaptım. Kahve içmek için İstanbul’a gitmeye karar verdim. Akşam otobüse binip sabah Harem’e indim. Vapurla Eminönü’ne geçerek Mısır Çarşısı’nı dolaştım. Şark Kahvesi’nde kahve içtim. Oradakilere sadece kahve içmek için İstanbul’a geldiğimi söyleyince bana ‘deli’ muamelesi yaptılar. Sonra Cağaloğlu ve Sahaflar’ı dolaştım. Beyazıt Meydanı’nda çay içip aynı günün akşamı Fethiye’ye geri döndüm. Gördüm ki bedenim beynime değil, beynim bedenime hakim.”

Şükran teyze kendini sınarken Fethiye karışır. Elinde palet ve fırçaları sokaklarda resim yapan Şükran teyzenin ortadan kaybolması ile panikleyen komşuları ve öğrencileri tüm şehri dolaşıp hocalarını arar. Otobüs şirketinden İstanbul’a gittiğini ve ertesi gün döneceğini öğrenen Fethiyeliler ellerinde çiçeklerle garajda bekler. Şükran teyze, “İşte bunu İstanbul’da bulamazdım” diye açıklıyor, doğup büyüdüğü şehri terk etme gerekçesini.

50 yıl domates yememişim
“Ankara’da harcadığım bir ömre yanıyorum” diyerek başlıyor hikayesini anlatmaya 30 yıllık mimar Ahmet Çelikbaş. Diğerlerinden bir farkı yok: İyi bir eğitim, lüks semtte ofis, başarılı bir kariyer. O da “prestijli bir iş, bol para” idealine kendini kaptırmış, bütün gücüyle çalışmış yıllarca. Balgat’taki mimarlık ofisinde gecelemiş, şantiyelerde sabahlamış. Ailesini günlerce görememiş. Öğretmen eşinin “Bizim hayatımız bu olmamalı” ısrarlarına dayanamayarak, biraz tereddüt etse de, Fethiye’ye yerleşmiş.

Çelikbaş ailesinin endişeleri, eşyalarını taşıyan kamyonun yeni evlerinin bulunduğu sokağa girmesiyle tamamen kaybolur. Eşyalar indirilirken komşuları hem mangal yakar hem de çay demler: “Hiç tanımadıkları insanlara yardım ediyorlardı. Bu bana Ankara’nın puslu havasında kaybettiğim değerleri hatırlattı. Tam bir hafta evimizde yemek pişmedi.” Ankara’daki ofisini “game over” deyip kapatan Ahmet Çelikbaş, Fethiye’de dinamik bir ortamla karşılaşır. Temiz hava ve dostluklar onun iş hayatına da yansır. “Yirmili yaşların enerjisine sahip oldum. Ankara’daki verimimi üçe katladım. Orijinal ve özgün projelere imza attım. Şimdi iş yetiştiremiyorum” diyen Ahmet Çelikbaş, arta kalan zamanını çok sevdiği resim sanatına ayırır.
Ankara’dan ayrılırken, “Burası küçük yer. Kimse sanata önem vermez” diye düşünmüştür. Karşılaştığı manzara onu tekzip eder; “Dünyanın dört bir yanında resim sergileri açtım; fakat tamamının satıldığı tek yer burası.” Eskiden görmedikleri birçok şeyi yeniden keşfederler. Ankara’da 132 daireli bir sitede oturduğu halde topu topu beş komşusuyla ancak tanışabilmiştir. Hayat kurulu bir makine düzeni içinde geçmektedir onlar için. Komşuluk, dostluk, arkadaşlık gibi duyguları tekrar yaşayan çift, bahçede domates yetiştirmek, biber, salatalık üretmek gibi ‘iş’leri de öğrenir.

Ankara’da herhangi birisi, Fethiye’de Ahmet bey
“Yıllarca meyve yememişim” diyen Çelikbaş, “Eğer birileri şu yaşadıklarımı bana 25 yaşımda söylese ya da gösterseydi 25 yıl önce çeker gelirdim. Ankara’da herhangi birisiydim, burada Ahmet beyim ve birileri için bir anlam ifade ediyorum” şeklinde konuşuyor. Büyük şehirde ısrar edenlere bir uyarı da yapıyor: “Hiç endişe etmeyin. Buralarda her şey var. Üstelik büyük şehirlerin sıkıntıları da yok.”
Büyük şehirlerde yaşayıp yıllarca emek verdikleri kariyerlerini, sosyal statülerini bırakıp köylere ya da kasabalara yerleşerek yeni bir hayatı keşfedenlerin hikayeleri bunlarla sınırlı değil elbet. Öyküler, süreçler farklı olabilir. Ama hepsinin hemfikir olduğu bir şey var: “Keşke bu cesareti yirmili yaşlarda gösterebilseydik”

No comments: